Romancı,
siyaset ve devlet adamı (D. 1866, İstanbul - Ö. 27 Mart 1945, İstanbul).
Uşak’ta Helvacızadeler lâkabıyla tanınan ailesi İzmir ve İstanbul’da halı
ticaretiyle meşgul olmuş, sonradan Uşşakizâde adını alarak İzmir’e yerleşmişti.
İstanbul Mercan’daki bir mahalle mektebinde başladığı öğrenimini Fatih Askerî
Rüştiyesinde (ortaokul, 1873-78) sürdürdü. Babasının işlerinin bozulması
üzerine ailesiyle birlikte İzmir’e gitti. İzmir Rüştiyesi öğrencisiyken Auguste
de Jaba adlı bir avukattan Fransızca dersler aldı. Daha sonra Avusturyalı
Katolik rahiplerinin yönettiği Mechitariste Misyoner Okulunda okudu. Son
sınıfta iken okulu bırakıp babasının yanında çalışmaya başladı (1883). İzmir
Rüştiyesinde ve Osmanlı Bankasında çalışırken İzmir İdadisinde (lise) Fransızca
ve edebiyat öğretmenliği yaptı. Osmanlı Bankasında müdüriyet başkâtibi oldu.
Sonra İstanbul’da Reji (Tekel) Tütün İdaresine başkâtip olarak (1891) atandı.
Meşrutiyetten (1908) sonra Reji İdaresinde komiserliğe yükseldi. İstanbul Darülfünûn
(Üniversite)’unda Batı Edebiyatı okuttu. Bir yıl sonra (1909) İttihad ve
Terakki Partisinin önerisiyle Sultan Reşat’ın (V. Mehmet) mabeyn başkâtipliğine
getirildi (1909-12). Âyân Meclisine (Senato) üye seçilmesi üzerine bu
görevinden ayrıldı. Bu arada Darülfünûn’da ders vermeye devam etti. Hükümet
tarafından Fransa, Almanya, ve Romanya’ya görevli olarak gönderildi. Mütareke
yıllarında yeniden döndüğü Reji İdaresinin meclis başkanlığını yaptı.
Cumhuriyetten sonra Yeşilköy’deki köşküne çekilerek edebiyat çalışmalarıyla
meşgul oldu. Öldüğünde Bakırköy Kartaltepe Mezarlığında toprağa verildi.
Halit
Ziya Uşaklıgil, Louis Figuier’nin Tabeeaux de
Uşaklıgil,
Servet-i Fünûn edebiyatının ve Cumhuriyet öncesi dönemin en güçlü romancısı
kabul edildi. Romanlarında yakından tanıyıp gözlemlediği, içinde yaşadığı
dönemin aydın, varlıklı çevrelerini gerçekçi bir üslûp ve psikolojik tahlillere
önem vererek anlattı. Hikâyelerinde ise halktan kişileri ele aldı. Bazı
eserlerini sonradan bizzat kendisi günümüz Türkçesine uyarladı. Ölümünden sonra
da roman ve hikâyeleri değişik edebiyatçı ve edebiyat araştırmacıları
tarafından sadeleştirilerek yeniden basıldı. O, hikâye yazarlarını üç sınıfa
ayırır: Realistler (Hakikiyun), Romantikler (Hayaliyun) ve Masalcılar.
Realizmden yana olduğunu açıkça ortaya koydu. Ticari romanların yanında Doğu
hikâyesini, hatta Fransız olmayan Batılı hikâyeyi de reddetti. “Doğu
hikâyesinin hiçbir zaman Batı hikâyelerinin Ortaçağdaki halinin ötesine
geçemediğine dikkat çekmek yeterlidir. (...) Hint, Çin gibi düşünsel yenileşmedeki
ilerlemelerden pay alamayan milletler için geçerli olan garip hayali olaylar ve
efsane karıştırılmış tarih derecesini geçememiştir.” der Hikâye adlı
eserinde.
“Mai
ve Siyah istikbale ait bir eserdir. Tarih-i edebiyatımızda yeni inkişafa
başlayan bir fasl-ı cedidin, bir fecr-i nevînin birinci şulesi addolunabilir.
Gerçi Tevfik Fikret, Cenab Şahabeddin, A. Nadir beyefendiler de saha-i
edebiyatımızda bu yeni zemini açmak, oraya gayet kıymetdar cevher taneleri
saçmak hususunda Halid Ziya Bey kadar çalıştılar; büyük himmetler,
muvaffakiyetler de gösterdiler; fakat ufk-ı cedid-i edebiyatımızın zerrat-ı
münevveresini teşkil eden fecr-i terakkiden doğan birinci eser Mai ve
Siyah’tır.” (Fazlı Necip)
“Onu
anlamak için Türk romanını sıra ile okumalıdır. Kendinden önce derli toplu bir
konuşmanın bile bulunmadığı denemelerden sonra, birdenbire onun sağlam yapılı
romanlarına gelince, onun edebiyatımızda nasıl bir konak olduğu görülür.’’ (Ahmet Hamdi Tanpınar)
“Halit
Ziya Uşaklıgil romanlarıyla öne çıkmış olsa da, çağdaş Türk öykücülüğünün çığır
açıcı yazarlarından biridir ve modern anlamda Türk öykücülüğünün temellerini
atan kişidir. Aziz Efendi, Ahmet Midhat, Emin Nihad, Sami Paşazâde Sezai,
Nabizâde Nazım çizgisinden sonra öykü onunla birlikte edebiyatımızda yer etmeye
başlamış, bağımsız bir ruh ve kişilik kazanmıştır. Bu anlamda çağdaş
öykücülüğümüzün başlangıç noktası Halit Ziya’dır. O, yazı hayatı boyunca, ‘en
sevdiğim tür’ dediği öykünün nitelikli örneklerini vermiş, bu türün ülkede
sevilmesinde, yaygınlık kazanmasında öncü rol oynamıştır.” (Necip Tosun)
“Kahramanlarının
ihtiras ve duygularını tahlil etmeyi, onları muhitleri içinde göstermeyi esas
gaye bilerek, sanatkârâne bir üslûp ile Türk dilinde hakiki batılı romanı o
yarattı.” (Mehmet Kaplan)
“Bir
Hikâye-i Sevda Halid Ziya Beyefendinin muvaffak olduğu eserlerden biridir.
Fakat ne biçim muvaffakiyet, nerde muvaffakiyet! Böyle bir sual karşısında
kalmak bir muharrir için çok zordur. Lakin ben diyeceğim ki kendisinde bu
tarz-ı telakki, bu çeşit hassasiyet ve ihtiras, bu biçim düşünce oldukça Halid
Ziya Beyefendi belki muvaffak olacaktır ve olmuştur; fakat hiçbir zaman bizim
istediğimiz gibi değil, zira biz şiirin en keskini ve en safını istiyoruz. Biz
tam bir bedi, gıll ü gışsız, sıhhatli bir bedi özlüyoruz. İstiyoruz ki bu bedi,
bizim olsun, bu bedi bizim hayatımızın, bizim duygumuzun ve bizim gayemizin
olsun… Fakat hiçbir zaman kupkuru hayatımız olmasın. Hayat ve sade tabiat
nedir? Edebiyat için hiçbir şey, hatta zararlı bir şey…
“Şu
Edebiyat-ı Cedide muharrirleri, o kendi yollarını hiç bırakmasalar daha iyi
ederler. O yol dardı, bozuktu, yabancı falandı ama karanlık değildi. Hiç
olmazsa lavanta ve pudra kokardı. Bu yol kâh Boğazın serin sularına çıkar, kâh
bahar gülleriyle örtülü bir köşkün kapısına giderdi. Fakat şimdi, fakat Bir
Hikâye-i Sevda gibi şeylerde bu yol eskisinden beter hurdahaş… Bu yolda en fena
çocuk sesleri, pis kedi yavrularının gürültüleriyle karışık çıkıyor, ihtiyar
bacıların komikten ziyade tatsız sesleri dişsiz kadınların peltek sözleriyle
bir duyuluyor. Eski yolun o lavanta kokusu nerde?.. Bu yolu millî ve mahallî
görünsün diye hacı miskiyle kokutmak istemişler, fakat aksine sarmısak kokuyor.
Bu yol vakıa bizimdir ve bir şah-rah olabilir. Fakat bu muharrirler ona,
şarkkâri eşyaya bakan lövantenler gibi şaşarak, gülerek bakıyorlar. Zahirde bu
bakışın Eyüp mezarlıkları karşısında ölümü düşünen Loti’nin nazarından farkı
yoktur. Fakat biri yabancı olmakla beraber en asil bir gözdür. Öbürü ise… Öbürü
insan yavrusunu kedi eniği ile karıştıracak kadar şaşı bir bakıştır.” (Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu)
“Aşkı
Memnu’nun yazarı olan Halid Ziya Uşaklıgil, Türk romanının batılılaşmasında çok
önemli bir role sahiptir. Halid Ziya, ilk romanlarında romantizmin etkisiyle
kahramanlarının duygularını, anlatıcının bakış açısıyla ve değerlendirmeleriyle
okuyucuya yansıtmıştır. Fakat Ferdi ve Şürekası adlı romanından başlayarak daha
sonraki romanlarında realist ve naturalist akımların etkisiyle gerek olay
örgüsünün oluşturulması ve şahısların canlandırılmasında gerçekçi bir tutum
takınarak gerekse anlatıcının değerlendirmelerini sınırlayarak gerçekçi bir yol
izlemiştir. Böylelikle Türk romanının da realist bir zemine oturmasını
sağlamıştır.” (Muharrem Kaya)
ESERLERİ:
ROMAN:
Sefile (Hizmet’te 17 Teşrinsani 1886-30 Temmuz 1887 tarihleri
arasında tefrika edildi. Sansürden dolayı basılmadı, 1886), Nedime (1889),
Bir Ölünün Defteri (1889), Ferdi ve Şürekâsı (1894), Mai ve Siyah
(1897), Aşkı Memnu (1900), Nesl-i Ahîr (tefrika, 1909), Kırık
Hayatlar (1924), Nesl-i Âhir (yarım kalmış tefrika, 1990).
HİKÂYE:
Bir Muhtıranın Son Yaprakları (tek hikâye, 1888), Bir İzdivacın
Tarih-i Muaşakası (tek hikâye, 1888), Nakil (4 cilt, 1894-96),
Küçük Fıkralar (3 cilt, 1896), Bu mu İdi? (tek hikâye, 1894),
Heyhat (uzun öykü, 1894), Bir Yazın Tarihi (1900), Solgun Demet (1901),
Bir Şi’ri Hayal (1914), Sepet’te Bulunmuş (1920), Bir Hikâye-i
Sevda (1922), Hepsinden Acı (1934), Onu Beklerken (1935),
Aşka Dair (1935), İhtiyar Dost (1937), Kadın Pençesi (1939),
İzmir Hikâyeleri (1950).
ANI: Birkaç
Yaprak (1898), Kırk Yıl (5 cilt, 1936), Saray ve Ötesi (1942),
Bir Acı Hikâye (1942).
OYUN:
Kâbus (1915, Devlet Tiyatrosunda oynandı, 1959), Fürûzan (A. Dumas
Fills’ten adapte, 1918), Fave (Eduard Pailleron’dan adapte, 1919).
MENSUR
ŞİİR: Mensur Şiirler (1889-1893), Mezardan Sesler (1889-1909;
yay. haz., Ferhat Aslan, 2002).
EDEBİYAT
TARİHİ: Garptan Şarka Seyyale-i Edebiye, Fransız Edebiyatının Numune ve
Tarihi (Birinci cilt, 1885), Fransız Edebiyatının Numune ve Tarihi (antoloji,
1885), Hikâye (1889; haz. Nur Gürani Arslan, 1998), Alman Tarihi
Edebiyatı (1912), İspanya Tarihi Edebiyatı (1912), Sanata Dair (3
cilt, 1938-55),
DİĞER
ESERLERİ: Hikâyeye Temâşa (1889), Kenarda Kalmış (1924), Valide
Mektupları (çeviri yazı, Selmin Kur., 1999).
HAKKINDA:
Hikmet Feridun Es / Bugün de Diyorlar ki…(1932), Murat Belge / Mai ve Siyah
(Halkın Dostları, 14.5.1970), Peyami Safa / Objektif: 6-Yazarlar Sanatçılar
Meşhurları (1976), Muzaffer Uyguner / Halit Ziya Uşaklıgil (1992), L. Sami
Akalın / Halit Ziya Uşaklıgil, Hayatı Sanatı Eserleri (1953), Mehmet Kaplan /
Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 2 (1987), Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın
Güleryüzü (2002), İhsan Işık / Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2006).
Üslûp öyle bir şeydir ki, onun
arasından kailinin, muharririnin mâneviyatını, tıynetini görmek mümkündür; onun
içindir ki “Üslûb-i beyan ayniyle insandır” denince doğru bîr hüküm verilmiş
oluyor; hattâ yalnız kailin ve muharririn hüviyetini değil, aynı zamanda
ırkının, muhitinin, devrinin hususiyetlerini de görürüz. Bunlar hep doğru
olmakla beraber, üslûp, evet dönüp dolaşıp hep o noktaya gelerek tevakkuf
ediyoruz üslûp nedir? Bu sualin kısaca
açık bir cevabını henüz bulamadık.
Bize tahsil çağımızda anlattılar,
bütün belâgat kitapları da bunu uzun uzun izah eder. Üslûp üç nevidir diye öğrendik:
sade, mutedil, âli. Bunların vasıflarını, birbirine nisbetle farklarını
anlatırlar ve üçünün de arasına birer hatt-ı fâsıl korlar.
Teşekkür olunur ki zaman ile ne
belâgat kitapları kaldı, ne de onları dolduran türlü türlü kaidelerin hükmü.
Ortada kalan, yalnız, herkesin lisanını iyi söyleyip doğru yazması lüzumudur.
Bir kere iyi söylemek ve doğru yazmak gayesi istihsal edilince üslûp herkesin
fıtratına, zevkine, kabiliyetine göre kendiliğinden doğar; fakat o nedir?
Buna cevap verebilmek için
kendimce bir çare aradım, meselenin etrafında bulunabilen çarelerden birine
müracaat ettim. Her işte böyle değil midir? Doğrudan doğruya hücum ile halledilemiyecek
şeylerde, meselâ harbde hemen sarih bir hücum ile zaptolunamıyacak müstahkem
bir mevkiye karşı onun etrafında gedikler açarak bir kuşatma çemberi çevirmek
çarelerine müracaat lüzumu hâsıl olunca da böyle hareket edilmez mi?
Buna karar verdikten sonra kendi
kendime dedim ki, «Her şeyden evvel bir yazıyı göz önüne getirince onda üslûbun
mahiyet-i cevherini belirtmeye hizmet etmiyecek olan vasıflarından soymakla işe
başlamalı.» Meselâ biz biliyoruz ki yazıda her şeyden evvel aranılacak
vasıfların başında açık ve lisanın kaidelerine uygun olmak şartları gelir. Bu
iki esas vasıftan mahrum olan bir yazı iltifata değer bir nesne olamıyacağından
onda hiç gecikmiyerek, «Bunu yazan lisanını bilmiyor» der ve öte tarafa
geçeriz. Üslûbun ikinci derecede gelen vasıfları diye bize tahsil devresinde
belletilmiş ziynetlere gelince, bunların da asıl üslûbun yapısiyle ve yapısının
içinde mevcut olan ruhiyle alâkası olmadığından bunları da bir bina kurulup
meydana çıktıktan sonra oymalarından, boyalarından, nakışlarından ibaret
telâkki ederek zevke muvafık olup olmadıklarına dikkat edip bu bakımdan bir
hüküm vermekle iktifa eder, fakat bunları asıl binanın biçimine, tarzına,
esasına taallûk etmiyen teferruat ve tezyinat ehemmiyetinden ileriye
götürmeyiz.
Misal olarak Türk edebiyatının
ilk büyük şahsiyetlerinden nümuneler zikredelim: Namık Kemal, Recaizâde ve bu
iki büyük üstadın zamanlarına göre birer lisan nefasetinin şaheseri addolunan
ve hakikaten o kıymette olan iki eserini ele alalım: Birincisinden Celâlüddin
Harzemşah, ikincisinden Muallim Naci'ye hücum ve cevap olarak yazılmış olan
Takdir-i Elhan... Bunların cidden birer bedia olduğunda ittifak etmekle beraber
şu neticeyi çıkarmakta tereddüt etmeyiz ki, Namık Kemal, eserinin her
sayfasında, mübalâğa etmeksizin iddia olunabilir ki, hemen her satırında bir
teşbihe, bir istiare ve mecaze fırsat bulmuştur, bunlar ayrı ayrı pek güzel
ziynetler olmakla beraber, belki fazla bolluktan tevellüdeden kelâl vermelerine
rağmen Namık Kemal'in asıl üslûbunu ve onun mahiyetini belirten esas vasıflar
değillerdir, olsa olsa müellifin tercih edilmiş birer ziynet vasıtasından
ibarettir. İkincisine gelince, bunda da üstat Ekrem'in bütün lisan sanatlarını
görürüz: Çocukluğumda okunmuş olan bu eserin hâtırası hâlâ bugün gözlerimi kamaştırmaktan,
beynimi uyuşturmaktan hâli kalmıyor. Yığın yığın cinaslar, kinayeler,
teşbihlerin arasından sızan istihzalar, şurasından burasından keskin uçları
görünen iğneler... Üstat bu sayfalara üslûbun fikir ve lâfız oyunlarının hemen
hepsini sıkıştırmış, âdeta Talim-i Edebiyat kitabının bütün sanat kaidelerine
tatbik zemini teşkil edecek misaller, nümuneler yaratmıştır; fakat bunlar da
onun üslûbuna, mahiyeti ve ruhunun cevheri itibariyle, birer vasf-ı esasî diye
telâkki edilecek şeyler değildir, olsa olsa üslûbun etrafına dizilen, şurasına
burasına serpiştirilen süslerdir, sanat oyunlarıdır.
Namık Kemal'de olsun, üstat
Ekrem'de olsun, yalnız onlarda değil eskilerden, yenilerden olsun her yazı bu
ilâve ziynetlerden soyulduktan soraa, yani tâbir caizse, çırılçıplak ne kalırsa
işte üslûp odur; berikiler bütün oymalardır, boyalardır, nakışlardır.
Teşbih hiçbir şey isbat etmez,
fakat bir sis altında müphem bir şekil
gösteren mevzuları aydınlatır ve belirtir. Onun için ben de bir teşbihe
müracaat edeceğim:
Bir güzel kadın görürüz, meselâ
bir müsamerede en zarif ve muhteşem gece kıyafetiyle... Zamanın mergup olan
tarzına göre pek hoş bir biçimde bir elbise taşımaktadır. Ve bütün mücevherleri
üzerindedir, başında bir taç, kulaklarında küpeler, kolunda bilezikler, parmaklarında
yüzükler, hattâ saçlarının üzerinde sallanan bir tüy, göğsünde kırmızı bir gül, belinde bir küçük demet karanfil,
zümrütlerin ,elmasların, yakutların şâşaasına refakat eden çiçekler... Bunların
her biri gözlerimizi taltif etmekle beraber bizde asıl o kadını ifşa edecek
mahiyette değildir, olsa olsa onun ziynet" hususunda zevkine delâlet eden
emarelerdir.
Fakat asıl kadına, o kadının
üslûbuna gelince, bunu o ziynet vasıflarında aramayız, onlar bizi oyalıyan,
âdeta vâsıl olunacak hükümde aldatmak için müdahale eden şeylerdir. Biz kadının
ruhunu, mahiyetini, asıl tâbire rücu edelim, üslûbunu onun ne elbisesinde, ne
mücevherlerinde, ne çiçeklerinde ararız; onu bulmak için bütün bu ilâveleri bir
tarafa bırakarak, yürüyüşüne, gözlerinin ve yüzünün mânasına, otururken
vaziyetine, raksederken endamının dalgalanışına, elbisesini taşıyışına, netice
bütün yapısına dikkat eder ve bunlardan, işte ancak bunlardan, ne tesir hâsıl
olursa, ona göre onun üslûbuna kat'î bir hüküm veririz.
Bu teşbihi yazıya da tatbik
edince üslûbu nasıl aramak lâzım geleceğine bir yol bulunmuş olur. Ve işte
ancak bu yol bulunup yazının üslûbu hakkında sarih bir fikir hâsıl edilincedir
ki onun arasından sahibinin esas ruhi haletini yahut o yazıyı vücuda getirirken
muhat olduğu zihnî ve vicdanî şerâiti görmüş oluruz ve bunu görünce onun
mahiyeti, tıyneti hakkında istinbatlarda bulunmak imkânını elde ederek «Üslûb-i
beyan ayniyle insandır» nazariyesine tekrar kavuşmuş oluruz.
Hakikaten aynı tıynet ve fıtratta
olmalarına imkân bulunmıyan ve bundan dolayı teessür kabiliyetleri pek muhtelif
olan kimselere aynı mevzuu vermeli, meselâ tahsil çağında lisana tasarruf etmek
derecesine vâsıl olmuş ve herhangi bir mevzuu işlemek, genişletmek kudretini
bulmuş mektep gençlerine, «Esası şundan ibaret olan hikâyeyi tasvir ediniz»
diye bir tesvid vazifesi vermeli. Görülecek ki onların yazıları hep görüş ve
duyuş farkı ile dolu olacaktır, hikâyenin esası bu gençlerin telâkki ve teessür
menşurundan geçince başka başka renkler gösterecektir.
Bunu biz her gün havadis
evrakında görürüz: bir ölüm, bir kaza, bir facia... Hattâ tuhaf bir vaka, bir
hırsızlık, bir dolandırıcılık, v.s.
Bu vakayı başka muharrirlerin
kaleminden çıkmış yazılarda okuruz: Esas aynıdır, fakat tasvir bâriz farklar
gösterir, öyle farklar ki muharririn üzerinde hâsıl olan intibaların
tenevvüünden çıkmıştır; bu" intiba farkları aynı zamanda muharrirlerin
fıtrat farklarıdır.
İki muharrir farz olunsun ki biri
gayet soğukkanlı, sakin sinirlidir; diğeri ifrat ile teheyyüce kapılan
sinirlerinin esiridir. Âdeta marazi bir teessürle ihtizaz eder. Herhangi bir
vakayı, bir müşahedeyi ikisi de aynı azmanda ve aynı şartlar içinde görerek
tesbit etsinler. Meselâ: yorgunluktan, açlıktan, bütün takatler tükenmiş, yolun
üstüne, çektiği ağır yüklü arabanın altına yığılıvemiş bir hastanın ölümünü
tasvire teşebbüs etsinler.
İlk muharrir bunu bir zâbıta
memuru ifadesiyle, bir zâbıta vakası şeklinde yazacaktır. Aynı vaka ikincisinin
kaleminde sızlıyan bir şiir parçası olacaktır, ve biz bunları okurken o iki
muharririn teessür ve kabiliyetlerini ve üslûplarının bu kabiliyetlere asıl
tercüman olacak vasıtalarını görür, ve birincisinin nasıl itidal ve sükûn
sahibi, ikincisinin ne derecelere kadar âdi bir müşahedenin heyecanlarına
kapılacak derecede teessüre meyyal bir şair olduğunu keşfedeceğiz.
Şu halde neticede bu noktaya
vâsıl oluyoruz ki, üslûp ne ziynetlerde ne teferruattadır; asıl üslûp herhangi
bir mevzuun tasvir ve tesbiti için ihtiyar edilen yollardadır.
Bunu biz pek sarahatle
hikâyelerde görürüz. Müellif bir mevzuun karşısında bulununca onun neresinden
tutuyor, ne tarafından girip, nerelerden geçiyor ve geçerken yolunun üzerinde
tesadüf olunan küçük şeylerden hangilerini ve nasıl topluyor, bunları nerelere
ve nasıl serpiştiriyor, onların delâletinden ne çeşit istifadeler temin ediyor,
bunları tahlil edince muharririn teessür kabiliyetini ve onu ifade edebilmek
kudretini görerek mâneviyatını, daha doğrusu insanlığın nev'ini istidlâl
ederiz.
Halid Ziya Uşaklıgil
Sanata Dair III.
(Türk Şair ve Edipleri)