Biyografya
Yahya Kemal Beyatlı

Yahya Kemal Beyatlı

Doğum
2 Aralık 1884
Üsküp, Makedonya
Ölüm
1 Kasım 1958
İstanbul, Türkiye
Eğitim
Selanik İdadisi
Diğer İsimler
Ahmet Agâh, Mehmet Agâh, Agâh Kemal, Süleyman Sâdi

Şair ve yazar, düşünür (D. 2 Aralık 1884, Üsküp - Ö. 1 Kasım 1958, İstanbul). Asıl adı Ahmet Agâh’tır. İlk gençlik şiirlerini Mehmet Agâh imzasıyla yayımladı. Agâh Kemal, Süleyman Sâdi adlarını da kullandı. Babası Üsküp belediye reislerinden Nişli İbrahim Naci Bey’dir. Baba tarafından III. Mustafa devri sancakbeylerinden Şehsuvar Paşa’ya bağlıdır. Şairin Beyatlı soyadı, şehsuvar kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Anne tarafından da son devir klasik şiirimizin tanınmış şahsiyetlerinden Leskofçalı Galib Bey’e bağlıdır. İlköğrenimine Üsküp’teki Yeni Mektepte başladı (1889). Bir süre sonra modern anlamda eğitim veren Mekteb-i Edebe girdi (1892). Daha sonra Selanik İdadisinde (1897) öğrenimine devam etti. 1900’de hastalandığı için Üsküp’e dönmek zorunda kaldı. 1902’de tahsilini tamamlamak için ailesi tarafından İstanbul’a gönderildi ise de buna fırsat ve imkân bulamadı.

Şiire daha ilkokul sıralarında ilgi duymuştu. Bu hevesini İstanbul’da Malumat ve İrtika dergilerine yazdığı şiirlerle gidermeye çalıştı. Edebiyat merdiveninin ilk basamağına böylece çıkmış oldu. Bu arada II. Abdülhamit’in istibdadından kaçan Jön Türklerle (Genç Türkler) beraber Avrupa’ya gitti (1903). Orada bir yıl Paris College de Meaux’a devam ederek Fransızcasını ilerletti. Daha sonra o yıllarda pek çok Türkün okuduğu Ecole Libre des Sciences Politiques (Siyasal Bilgiler Okulu Dış Politika Bölümü)’te zamanın tanınmış tarihçilerinden Albert Sorel’in derslerine devam etti.

Türk ve Osmanlı tarihini inceleme merakı kadar Fransız şiirinin tarihi ve o günkü yapısı da en çok ilgilendiği konular arasındaydı. Devrin şair ve düşünürlerinden en geniş şekilde yararlanmak ve onların duygularını, düşüncelerini yakından öğrenmek ve tartışmak için Paris’in geniş bulvarları üzerinde bulunan kafelere girip çıkıyor, heyecanlı sohbetlere katılıyordu. Fransız edebiyatı ve şiiri hakkında  okudukları ve araştırdıklarıyla kapsamlı bir bilgi yoğunluğuna kavuşmuştu. Bu yoğunluk ona Türk edebiyatını daha derinden öğrenme ve inceleme imkânı sağlıyordu. Fransız edebiyatıyla mukayeseler yapıyor, Türk şiirinin millî hayatımızdaki yerini daha net bir bakışla belirlemeye çalışıyordu. Böylece dokuz yıl geçti. Fransız edebiyatının ünlü temsilcileri Victor Hugo, De Banville, Paul Verlaine, Jose Maria Heredia ve özellikle Charles Baudelaire’in eserlerini titizlikle inceledi. Fransız şairlerinden esinlenerek Nazar, Mehlika Sultan gibi balad niteliği taşıyan şiirlerini bu ruh atmosferinde yazdı.

Bu edebiyatçıların kendisine verdiği edebî zevkle, artık beğenmediği Servet-i Fünûn şiiri dışında Türkçede yeni bir şiir tarzı arayışı içine girdi. Bu dönemde, eski Yunan şiiri çevirileri ve Heredia’nın bu yoldaki denemelerinin etkisi altında, Fransız edebiyatında olduğu gibi Türk edebiyatında da eski Yunan ve Latin şiirine öykünen bir şiir yaratmak hülyasına kapıldı; Nev Yunanî türünde, beyaz lisan adını verdiği temiz Türkçede, Yunan sanatı gibi beyaz ve çıplak güzelliğini yansıtacak bir çığır açmak istedi. Bu arada iki ay Londra’da bulundu (1906). 1912’de İstanbul’a döndü. Darüşşafaka Mektebinde edebiyat, tarih ve medeniyet tarihi muallimi oldu (1913). Medresetü’l-Vâizînde (1914), Heybeliada Bahriye Mektebinde (1916) derslere girdi.

Yahya Kemal, İstanbul Üniversitesinde Batı edebiyatı, Türk edebiyatı tarihi ve medeniyet tarihi derslerini okuturken (1916-19), öte yandan Türk Ocağında Millî Mücadele konusunda konferanslar veriyordu. Başyazarı olduğu İleri gazetesinde, Tevhid-i Efkâr, Hakimiyet-i Milliyye gazetelerinde ve arkadaşlarıyla birlikte yayımladığı Dergâh dergisinde Millî Mücadele’yi destekleyen yazılar yazdı. Tedavi için bir süre Sofya’da bulundu (1921). Lozan Konferansı’na katılan murahhas heyette yer aldı (1922).

Hayatında hiç görmediği Urfa’dan milletvekili seçilerek Büyük Millet Meclisine girdi (1923-27). Bu arada Türkiye-Suriye Sınır Tespit Komisyonunda önemli çalışmalar yaptı. Diplomatik görevler alarak Polonya-Varşova (1926), İspanya-Madrit (1929), Portekiz-Lizbon (1931) orta elçilikleri ile Yozgat (1934), iki dönem Tekirdağ (1934) ve bir dönem İstanbul milletvekilliğinin (1942-46) ardından Pakistan büyükelçiliği (1947) görevlerinde bulundu. Son görevinde iken emekliye ayrılarak yurda döndü (1949). Artan rahatsızlığının tedavisi için bir ara Paris’e gitti (1957). Bir yıl sonra Cerrahpaşa Hastanesinde öldü. Kabri İstanbul’da kendi adını taşıyan caddedeki Rumelihisarı Mezarlığındadır.

Vefatından sonra dostları ve sevenleri tarafından İstanbul’da Yahya Kemal’i Sevenler Derneği kuruldu. İstanbul Fetih Cemiyetine bağlı olarak da Yahya Kemal Enstitüsü (1958) ve Yahya Kemal Müzesi (1961) açılarak enstitü tarafından Yahya Kemal Mecmuası yayımlandı. İstanbul’un bir parkına heykeli, birçok kültür merkezine büstleri kondu. PTT idaresi, onun anısına pul çıkardı. Hayatının sonunda, on dokuz yıl kaldığı Park Otelin 165 numaralı odasının kapısına plaketi çakıldı. 

Sağlığında şiirlerini kitap halinde bastırmadı. Ancak ölümünden sonra İstanbul Fetih Cemiyetince kurulmuş olan Yahya Kemal Enstitüsü, şiirlerini ve bir kısım yazılarını; Kendi Gök Kubbemiz, Eski Şiirin Rüzgâriyle, Rubailer, Aziz İstanbul, Eğil Dağlar, Siyasî ve Edebî Portreler ve Siyasî Hikâyeler başlığı altında yayımladı.

Yahya Kemal, Ziya Gökâlp’in çıkardığı Yeni Mecmua’da yayımlamaya başladığı şiirleriyle büyük bir şöhrete kavuştu. İstanbul’da çıkan Dergâh dergisinde de şiirleri, edebiyat ve toplum konularında musahabeleri, ayrıca Tasvir-i Efkâr gazetesinde makaleleri neşrediliyordu. Bu tarihlerde gelişmeye başlayan milliyetçilik hareketi ve Balkan Harbinin kötü sonuçları, onun millî değerlere sahip çıkmak konusundaki düşüncelerinin ne kadar haklı ve yerinde bir karar olduğunu gösterdi. Şiirleri, 1918’den itibaren yukarıdaki dergilerden başka Şair, Nedim, Büyük Mecmua, Tavus, İnsan, Akademi, Foto Magazin, İstanbul, Aile, Hayat, İstanbul Haftası dergileri ile Akşam, Cumhuriyet, Hürriyet (1955-57) gazetelerinde; düz yazıları ise, Peyam-ı Edebi, İleri, Payitaht, Tevhid-i Efkâr, Hakimiyet-i Milliye gazeteleriyle İnci, Dergâh dergilerinde yayımlandı.

Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin güçlü temsilcilerinden olan Yahya Kemal, Fransa’da yöneldiği millî tarih düşüncesiyle Osmanlı tarihi ve edebiyatını inceledi; çocukluğunun geçtiği Balkan şehirlerinin kaybından duyduğu acıyla, Osmanlı tarihi ve kültürünün bir aynası olarak gördüğü İstanbul’u manevî iklimi ve doğal güzellikleriyle yansıttığı şiirleriyle Türk edebiyatında saygın bir yer aldı. Şiirlerinin büyük bölümü form ve mazmunlarıyla divan şiiri geleneğine bağlı ve aruz ölçüsüyledir. Milliyetçilik anlayışında Ziya Gökâlp’ten farklı olarak Türk tarihini 1071 Malazgirt zaferiyle başlattı.

Yahya Kemal, “Ok” şiiri hariç bütün şiirlerini aruz vezniyle yazdı. Gençlik döneminde Servet-i Fünûn edebiyatı altın devrini yaşıyor ve genç bir aydın topluluğu hayranlıkla etrafını kuşatıyordu. Bunun içindir ki bu dönemde yetişenler arasında Edebiyat-ı Cedide nazmının etkisinden kendilerini kurtaranlar hemen hemen yok denecek kadar azdı. Bu itibarla Yahya Kemal de bu edebiyatın cazibesinden kurtulmuş sayılmazdı. Tevfik Fikret’le Cenap Şahabettin ve bir önceki dönemin temsilcileri olan Muallim Naci ve Abdülhak Hamit Tarhan, onu en çok ilgilendiren şahsiyetler arasındaydı. Batı, Türk şiirini bu şairlerin şiiri olarak görüyor, klasik Türk şiirini de pek fazla tanımıyordu. Şiirimizin bu tanınmış simaları arasında kendisini en çok etkileyen Tevfik Fikret oldu. Bir yazısında; kendi neslinin gençleri gibi “Bir müddet onun kâinatında kalmıştım” der ve ilave eder: “Ruhumda, ahlâkımda, lisanımda, zevkimde ve sanatımda en büyük te’siri Fikret icra etti.”  (Siyasî ve Edebî Portreler)

Bu dönemde yayımladığı neo klasik şiirler, onun çıkış noktasının Osmanlı tarih ve şiiri olduğunu gösterdiği gibi, sonradan yeni şekiller ve sade dille yazdıklarında da şairin genel olarak Osmanlı medeniyet ve kültürüne bağlı kaldığı görüldü. Duygu, düşünce ve hayali ustalıkla kaynaştıran şair, pek çoğuna hikâye karakteri verdiği lirik-epik şiirlerinin konularını aşk, tabiat, deniz, ölüm ve sonsuzluktan da aldı. İç ahengi her şeyden üstün tutuşu, şiiri “musikiden başka türlü bir musiki” kabul edişi; bütün şiirlerini, bu ahengin sağlanmasına daha elverişli gördüğü aruzla yazmasına sebep oldu.

Yahya Kemal Fransa’ya gidişinin sebebini, “Genç Türk’lük cereyanına kapılmakta” gösterir ve bunu o zamanlar Paris’te kendisi ile yakın dostluk kurmuş olan kimseler de kısmen de olsa doğrularlar. Ancak bu sebeplerin dışında  bir “başka alem” de onu Fransa’ya sürüklemiştir.

Türkiye’deyken sadece Tanzimat ve bilhassa Servet-i Fünûn edebiyatları kanalından temasa geçebildiği Batı sanat ve fikir alanını vasıtasız olarak tanımak ve bundan faydalanmak arzusunun Fransa’ya gelişinde büyük bir pay sahibi bulunduğu ve bu arzunun altında da  “ikinci planda kalmamak” ihtirasının, içinde varlığını kuvvetle hissettiği cevheri, Edebiyat-ı Cedide’nin baskısı altında karartmamak isteğinin varlığı düşünülebilir.

Paris’te yerli ustaların yanıbaşında  ve zamanla  çağdaş ve yeni Fransız şiirinin ustaları da yer almaya başladılar. Onların ışığı altında yavaş yavaş Tanzimat’tan sonra Fransız edebiyatının etkisiyle Batılılaşmaya başlayan şiirimizin mahiyetini ve muhtevasını daha etraflıca seçebildi. Bunun üzerine şair, Doğu ve Batı medeniyetlerinin, Türk şiirini nasıl ve ne derecede etkileyebileceği yönünde dikkate değer bir düşünce safhasına girer. Genç şairin dimağında tasarladığı yeni Türk şiirinin başlıca iki mühim vasfı vardı: Millî vasıf, medenî vasıf.

İşte Türk şiiri, bir yandan taklitçilikten kurtulup kendi kaynaklarına dönerek millîleşecek, öte yandan da modern şiirin bütün vasıflarına sahip olacaktı. Türk şiirinin millî özellikleri ihtiva etmesi gerektiği hakkındaki inanca varmasında devrin tanınmış tarihçilerinden Albert Sorel’in dersleri, şiddetle etkili olmuştur.

Bütün düşüncesini ve zamanını, Türk şiirini modern ve gerçek değerlere kavuşturmanın yollarını aramaya vakfetmiş olan Yahya Kemal, ilk şahsî denemelerine Londra’da başladı. Osmanlı tarihinin kuruluş ve yükseliş devirlerini bir “millî destan” halinde canlandırmak istiyordu. Akıncılar, Açık Deniz ve Mohaç Türküsü bu destanın ilk halkalarıydı. Fakat bunu bitirmeye muvaffak olamadı.

Türk şiirini anlayış ve işleyiş bakımından modernleştirme hususunda  genç şaire yol göstermiş birkaç büyük Fransız şairi daha vardır. Bunların başında Charles Baudelaire gelir. “Baudelaire’cilik, üstümde uzun zaman  bir sıtma gibi kaldı.” diyen şair, Baudelaire’in gerçek şiire birçok örnekler veren buruk lezzetli, fakat büyüleyici şiirlerinde ritmin kuvvetli sesini buldu. “Halis şiir”in temsilcileri olan bu büyük şairlerin müşterek etkilerinde kalan Yahya Kemal, titiz bir dikkat, itina ve gayretle idealine her gün biraz daha yaklaşmaya çalışıyordu. “Halis şiir”e erişmenin ilk merhalesi, “halis dil”e erişmek olduğunu anladıktan ve bunu bulduktan sonra bu sefer bu dili “musıki” haline getirmek için de yıllar boyu büyük gayretler harcadı ve sonunda başarıya ulaştı.

Şiirimizin geçmişi, hali ve geleceği hakkında birçok tahlil ve mukayeselerle dolu, bu uzun düşünce dönemini, -Londra’dan başlayarak- takip eden Yahya Kemal, düşünmek ve istemekle yapabilmek arasındaki büyük farkın güçlüklerini görmüş, Edebiyat-ı Cedide’nin  yıkılmasıyla ancak idealine kavuşabileceğini anlamıştı. Ancak bunu nasıl yıkacaktı? Bu konuda kendisine en büyük yardımı, daha doğrusu şansı, Fecr-i Âti adı altında birleşmiş olan bazı gençler sağlayacaktı. 1909’da Edebiyat-ı Cedide şiirine karşı şiddetle hücuma geçen bu grubu, Yahya Kemal Paris’te, uzaktan memnun bir şekilde takip ve seyrediyordu. Ancak yurda döndüğü 1912 yılında görüş ayrılıkları yüzünden Fecr-i Ati dağılmış, 1911’de Selanik’teki “Genç Kalemler” hareketi ile Türk dilinin ve dolayısıyla Türk Edebiyatının  millîleşmesi meselesi kendiliğinden halledilmiş oluyordu. Millî Edebiyat cereyanı, şüphesiz ki onun idealine en çok yakınlık gösteren bir hareketti. Ancak, Yahya Kemal, Türkçülük’ü, hiçbir bakımdan Türkiye sınırlarının dışına çıkarmayı düşünmemiş olanlar arasındadır.

Kendi tabiriyle “geç ve güç söyleyen” şair, yurda döndüğü zaman, gerçi  Servet-i Fünûn ve Fecr-i Ati birer edebî teşekkül olarak etkilerini kaybetmişlerdi, fakat Fikret ve Cenap prestijlerini tek başlarına devam ettirdikleri gibi; Mehmet Emin Yurdakul, Mehmet Akif Ersoy ve Ahmet Haşim gibi şöhretler de günden güne gelişmekteydiler. Bütün bu kuvvetli isimler arasında yer almak ve bir çığır açmak iddiası ile ortaya çıkmanın güçlüğünü de dikkate almak gerekir.

Yahya Kemal, zamanında türlü anlayışlara yol açan “Millî Edebiyat” tabirinden, anlayış itibariyle Avrupaî, fakat söyleyiş ve muhteva bakımından millî özelliklerle dolu bir edebiyat anlıyor ve bu özellikleri Osmanlı İmparatorluğu’nun  kuruluşu tarihinden daha gerilere götürmek istemiyordu. Gerçekten Osmanlı Türklüğü ve bilhassa onun göz kamaştıran tarihi, Yahya Kemal’in şiirlerinde en esaslı temalardan olan ve bazan sınırlarını mitolojiye kadar uzatan (Sicilya Kızları, Biblos Kadınları) geçmiş zamanın dayandığı mühim bir temeldir. 1910’da yazmaya başladığı “Açık Deniz”den itibaren “Akıncı”, “Mohaç Türküsü”, “Ok”, “İstanbulu Alan Yeniçeriye Gazel” ve “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” gibi manzumelerinde, imparatorluğun hem kendi hayatında  hem de dünya tarihinde yeni devirler açan muazzam siyasî ve askerî zaferlerinin perdesini açtı. Bu hareket tarzı, Tanzimat’la başlayan ve gitgide geçmişle ilgimizi kesmek şeklinde beliren şuursuz bir modernleşme zihniyetine karşı edebiyatımızda görülen en önemli tepkidir.

Yahya Kemal, Lale Devri şairlerinden sonra şiirimizde İstanbul’u anlatan bir şairdir. İstanbul’un tabiat ve tarih zenginlikleri, fetihten itibaren geçen bütün zaman içinde varlığımızın bir sembolü olarak yer alır. “Kocamustafa Paşa”, onun hemen bütün şiirlerinde görülen mazi-hal kompozisyonu bakımından bilhassa dikkate değer. Yaşamayı onsuz olarak düşünmek güçtür (Bir Başka Tepeden). Her gün onun bir başka güzelliğini yaşamak lazımdır (Eylül Sonu). Tanburi Cemil Bey’in eski bir plaktan zaman ve mekânın sınırlarını aşarak derinleşen nağmeleri yeter (Kar Musıkileri). Millî kültürle kurulan bölünmez bir yurt inanışına ve sevgisine sahip olmak mutluluktur (Yol Düşüncesi). Şiirlerinin manevî muhtevası arasında şahsî düşüncelerine, duygularına, ihtirasına ve hülyalarına da geniş yer verir. Hayata kuvvetle bağlı bulunan, onun birçok nimetlerle dolu ve güzel olduğuna inanan şair bir bütün halinde olmamakla beraber hayatın da şiirini verir. Ölüm düşüncesi, yalnızlık “Düşünce” şiirinde en bariz biçimde ortaya çıkarken hayatına ait hatıralar da yer yer serpili olarak “Açık Deniz”de çocukluk ve gençliğinin bir dökümü gibi durmaktadır.

Bütün bu değişik muhtevanın içine doldurulduğu nazım şekilleri de oldukça çeşitlidir. Servet-i Fünûn nazmına karşı şiir anlayışında yaptığı inkılabı şekle de kaydıran şair, Fransız nazmına ait biçim özelliklerini pek az kullandığı gibi Servet-i Fünûn’un en çok tercih ettiği “sone”ye hiç rağbet göstermedi. Bu şekli bir ara Servet-i Fünûn’un tesirindeyken denemiş, fakat yeni bir çığır açma kararında olduğu için “sone”den tamamıyla vazgeçmiştir. Eski nazmımızın şekilleri içinde ise en çok gazel, şarkı, mesnevi ve rubaiyi tercih etmiştir.

Ahenk bakımından çok daha mükemmel bulduğu “aruz”u daima “hece”ye yeğ tutan şair, adeta bazı Divan şairlerinin isterlerse “hece” ile de yazabileceklerini göstermek yani ibraz-ı hüner etmek için bütün ömürlerince ve “hece” ile bir tek şiir yazmış olmalarını hatırlatan bir hareketle bu vezinde yalnız bir şiir (Ok) yazmayı kâfi görmüştür. Aruza verdiği değer, bir bakıma onun vezne ve dolayısıyla ahenge verdiği değerin ifadesidir. Aruzun türlü kalıplarını seçişte ve kullanışta gösterdiği aşırı titizlik de buna işaret eder. Şiiri, nesirden tamamıyla ayrı ve “musıkiden başka türlü bir musıki” telakki eden Yahya Kemal’in nazmında  ahengin varlığı bakımından, aruzdan yüklendiği hisse inkar edilememekle beraber, şairin daha çok kelimeler arasındaki ses uyuşumundan faydalanmaya ve ağırlık noktasını burada kurmaya  çalıştığı kesindir. “İç ahenk”e değer vermesine ve bunu başarılı bir şekilde sağlamış bulunmasına rağmen onun şiirlerinde “dış ahenk” de mükemmel bir şekilde görülür. Bu itibarla sembolist şiirin büyük değer verdiği iç ahenkle, parnasyenlerin titizlikle üzerinde durdukları dış ahengi Yahya Kemal’de bağdaşmış ve buluşmuş olarak görürüz. Bir ahenk unsuru olarak vezinde gösterdiği titizliği, kafiyede lüzumsuz bulan şair, eski nazmın kafiye hususundaki ağır kayıtlarını dikkate pek almamış, en basit ses benzerliklerini taşıyan kelimeleri kafiyelendirmekten çekinmemiştir.

Her gerçek sanatkârda olduğu gibi Yahya Kemal’de de kompozisyon konusu büyük bir önem taşır. Divan nazmında mana birliğinin bütün manzumeye yayılmaması yüzünden daha çok beyitler içinde kendisini gösterebilen kompozisyon düşüncesi, Tanzimat’tan sonra yavaş yavaş şiirin bütününe de yayılmaya başladı. Fakat bu nihayet bir başlangıçtı ve Divan nazmındaki kusurlardan, örneğin, bunların en önemlilerinden olan, “bir manzumeyi teşkil eden beyitlerin, mânaca olduğu kadar, değerce de birbirlerinden çok farklı bulunmaları” zaafından kurtulamadı. Yahya Kemal eski nazım tekniği ile meydana getirdiği şiirlerinde bu iki büyük noksanlığı gidermeye çalıştı ve bunda da titizliğiyle tam bir başarı sağladı denebilir. Yeni tarzdaki şiirleri için ise kompozisyon konusu Tanzimat’la başlayarak Servet-i Fünûn’da zaten tamamıyla halledilmişti.

 

Yahya Kemal İçin Ne Dediler?

 

 “Şiirsel mayası bakımından soylu bir Türk şairidir Yahya Kemal. Daha doğrusu bir Osmanlı şairi. Bu Osmanlılığı da ‘Eski Şiirin Rüzgârıyla’ gelen bir osmanlılık değildir. Dilinden kavramının bütün özelliklerini, niteliklerini taşır. Bütün ömrü boyunca, (şiirsel ömrü), bir kültür yokluluğunun, ulusun kendi yaratıp geliştirdiği salt kendi değerlerine dayanan bir kültürün yokluluğunun azabını duyar, sıkıntısını çeker. Bu yüzden epik şiirlere yönelir, İstanbul’dan bir mit çıkarmaya çalışır. Osmanlı düzenindeki ulusal kültür yerine ulusal gurur ‘ikame’si işlemini şiirinde böyle karşılar. Bu sıkıntıyı geçiştirme yolunda da şaşılası sezgileri vardır. Hele Batıyı gördükten, daha doğrusu Batıyla, Batı kültürü ile temastan sonra, bir mirasa yaslanmanın rahatlığını ve gerekliliğini daha iyi fark eder.” (Turgut Uyar)

 

ESERLERİ:

Şiir:

 

Kendi Gök Kubbemiz (1961), Eski Şiirin Rüzgârıyle (1962), Rubâîler (1963), Hayyam Rubâîlerini Türkçe Söyleyiş (1963), Bitmemiş Şiirler (1976).

 

Deneme-Makale-Anı:

 

Aziz İstanbul (1964), Eğil Dağlar (Millî Mücadele yazıları, 1966), Siyasî Hikâyeler (1968), Siyasî ve Edebî Portreler (1968), Edebiyata Dair (yazıları, 1971), Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım (1973), Tarih Musahabeleri (1975), Mektuplar-Makaleler (1977).

 

KAYNAKÇA: Orhan Seyfi Orhon / Yahya Kemal (1937), Yahya Kemal Beyatlı (Balıkesir Postası gazetesi, 27 Mart 1943),  Zahir Güvemli / Yahya Kemal (1948), Abdülhak Şinasi Hisar / Yahya Kemal’e Veda (1959), Nihad Sami Banarlı / Yahya Kemal’in Hatıraları (1960), Muzaffer Uyguner / Yahya Kemal Beyatlı (1965), Turgut Uyar / Bir Şiirden (1982), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), İbrahim Oluklu / Geçmiş de Konuşur (1998), Âdile Ayda / Bir Demet Edebiyat (1998), Taha Toros / Türk Edebiyatında Altı Renkli Portre (1998), İbnülemin Mahmud Kemal İnal / Son Asır Türk Şairleri (c. 2, 2001), Beşir Ayvazoğlu / Bozgunda Fetih Rüyası (2002).