Siyaset ve Devlet Adamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı (D.1881, Selanik / Osmanlı İmparatorluğu - Ö. 10 Kasım 1938, İstanbul). Babası, Selanik’te Gümrük Muhafaza Teşkilatı’nda memurluk yapmış olan Ali Rıza Efendi’dir. Annesi Zübeyde Hanım, Orta Anadolu (Karaman)’dan İzmir’e göç eden Yörüklerden, Sarıgöllü Sofuzade Sadullah (Feyzullah) Ağa’nın kızıdır. Dördü küçük yaşlarda ölen altı kardeşten biri olan Mustafa’nın, eğitim sisteminin karışık olduğu o dönemlerde, ne tür bir okula gönderileceği konusundaki tartışmalarda, dindar bir kişi olan Zübeyde Hanım, Mustafa’nın dini eğitim veren mahalle mektebine gitmesi konusunda ısrarcı olmuştu. Ancak kısa bir zaman sonra babası, Mustafa’yı başka bir okula verdi. Babasını küçük yaşta yitiren Mustafa, ilkokulu Selanik’te Şemsi Efendi Mektebi’nde, ortaöğrenimini Selanik Askerî Rüştiyesi (Ortaokulu) ile Manastır Askeri İdadisi (Lisesi)’nde okudu. Ortaokulda, çok başarılı bulduğu için matematik öğretmeni ona, “olgun” ve “yetkin” anlamlarına gelen Kemal adını verdi. 1899 yılında girdiği İstanbul Harbiye Mektebi’ni 1902’de piyade teğmeni rütbesiyle, Harb Akademisi’ni de 1905 yılında kurmay yüzbaşı olarak bitirdi.
Mustafa Kemal; 1905 yılında Şam’daki 5. Ordu’da, 1907’de Makedonya’daki 3. Ordu’da görevlendirildi. 1907'de merkezi Manastır’da bulunan 3. Ordu Karargâhına atandı ve Selânik’e gitti. Bu sıralarda Rumeli’de büyük faaliyetler gösteren İttihad ve Terakki Cemiyeti, Sultan II. Abdülhamid'i, 1876 Anayasası’nı yeniden yürürlüğe koymaya ve kapatılan Meclis-i Mebusan’ı tekrar toplantıya çağırmaya zorlamaktaydı. İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin bu girişimleri adım adım II. Meşrutiyetin ilânına kadar uzandı. Mustafa Kemal, Manastır ve Selanik’te görevli iken 1909’da İstanbul’daki 31 Mart ayaklanmasını (31 Mart Olayı, 13 Nisan 1909) bastıran Hareket Ordusu’nda görev aldı, ayrıca Arnavutluk isyanını bastırma harekâtına katıldı. 1911’de İtalya’nın Trablusgarp’a asker çıkarması üzerine Tobruk’a gönderildi. Tobruk ve Derne’de Türk Kuvvetleri’ni başarı ile yönettikten sonra binbaşı rütbesiyle 1912-13 yıllarındaki Balkan Savaşı’na katılarak Edirne’yi Bulgaristan’dan geri alan kolorduda görevliydi.
1913-15 yıllarında Sofya’da Askeri Ataşe olarak görev yaptı. Birinci Dünya Savaşı (1914-18)’nda, 1915’te, 19. Tümen Komutanı olarak Çanakkale Savaşı’na katıldı. Çanakkale Savaşı’nın 9-10 Ağustos 1915 taarruzlarında bizzat ateş hattında bulunmuş, bu davranışı yanındaki subay ve erler için büyük bir cesaret kaynağı olmuştu. Conkbayırı’nda kalbini hedef alan bir kurşun, cebindeki saate çarpıp geri döndüğünden mutlak bir ölümden kurtuldu. Bu savaşlarda gösterdiği kahramanlık, azim ve yüksek komuta becerisi, kendisine memleket içinde ve dışında büyük bir ün sağladı. Gelibolu’da düşman saldırılarını başarı ile durdurarak “Anafartalar Kahramanı” olarak unvanını kazandı.
Mustafa Kemal, 1916’da
Doğu Cephesi’ne Kolordu Komutanı olarak atandı ve generalliğe yükseltildi. Rus saldırılarını durdurarak, Bingöl ve Muş’u düşmandan geri aldı. 1917’de
Filistin ve Suriye’deki 7. Ordu Komutanlığı’na atandı. Aynı yıl Veliaht Vahdeddin
ile birlikte Almanya’ya gitti. Bu sırada Alman Genel Karargâhı ve Alman savaş
cephelerinde incelemeler yaptı. 1918’de yeniden görevlendirildiği Suriye cephesinde
7. Ordu Komutanı iken; Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nı yenik bitirenler
arasında Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayınca İstanbul’a döndü.
Mustafa Kemal İstanbul’a geldikten sonra, ülkeyi düşman işgalinden kurtarmak amacını gizli tutarak, Ordu Müfettişliği görevi ile 19 Mayıs 1919’da arkadaşlarıyla Samsun’a çıktı. Ancak Samsun'da fazla kalmadan Anadolu’nun içlerine geçerek, 22 Haziran 1919’da Amasya Bildirisi’ni yayımladı.
Mustafa Kemal Amasya’dan ayrılıp Sivas üzerinden Erzurum’a geçerken de, Sivas’ta yapılacak Kongreyle ilgili olarak görevlilere gerekli direktifleri verdi. 23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi toplandı. Erzurum’a gelişinden beş gün sonra, 8-9 Temmuz 1919’da; “sine-i millette bir ferd-i mücahit olarak çalışmak üzere” çok sevdiği askerlik mesleğinden ve görevinden istifa etti. Artık toplumun bir bireyi olarak, milletten kuvvet, kudret ve ilham alarak tarihi görevini sürdürüyordu. Askerlikten istifasından sonra, Erzurumluların isteği üzerine, Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi’nin yönetim kurulu başkanlığına getirildi.
Arkasından Sivas’a geçen Mustafa Kemal, 4 Eylül 1919’da Sivas’ta toplanan kongrelerin başkanlığını yaptı. Bu kongrelerde, “Düşman işgaline karşı milletin vatanını savunacağı, bu amaçla geçici bir hükûmetin kurulacağı ve bir millî meclisin toplanacağı, manda ve himayenin kabul edilmeyeceği” kararları alındı.
27 Aralık 1919’da Ankara’ya ulaşan Mustafa Kemal; buradan valiliklere ve kolordu komutanlıklarına talimat vererek,
Ankara’da toplanacak fevkalâde yetkilere sahip bir meclise temsilciler
seçmelerini istedi. Seçimler hızla yapıldı ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) açıldı.
Mustafa Kemal, millet iradesini ve egemenliğini temsil eden bu Meclise ve onun
hükümetine de başkan seçildi. Başkanı olduğu TBMM, Osmanlı Hükümeti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Sevr
Antlaşması’nı kabul etmediğini dünyaya duyurdu.
İtilaf Devletleri’nin yardımıyla İzmir’i işgal
eden Yunan Kuvvetleri’nin Anadolu içlerine doğru ilerlemesi 1921’de Birinci ve
İkinci İnönü savaşlarıyla durduruldu. 23 Ağustos 1921’de yeniden saldıran Yunan
Ordusu bozguna uğratılarak, Sakarya Meydan Savaşı kazanıldı. Yirmi iki gün
geceli gündüzlü süren bu savaşta Yunan Ordusu ağır kayıplara uğratılmasıyla
kazanılan bu zafer nedeniyle TBMM tarafından Mustafa Kemal’e ‘Mareşal’ rütbesi
ve ‘Gazi’ unvanı verildi.
Mustafa Kemal Paşa’nın yönettiği Başkomutanlık
Meydan Savaşı’nda (30 Ağustos 1922) Türk Ordusu Yunan Ordusu’nun büyük kısmını
yok etti. 9 Eylül 1922’de İzmir’e girildi. 11 Ekim 1922’de Mudanya Ateşkes Antlaşması
imzalanmasından sonra, İtilaf Devletleri Anadolu’dan ayrıldılar.
Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın ardından,
ülkeye demokrasi getirmek amacıyla, 9 Eylül 1923’te Halk Fırkası’nı (sonra
CHF ve CHP adını aldı) kurdu. TBMM tarafından 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet
ilan edilerek, Mustafa Kemal de Cumhurbaşkanı seçildi. Bu yıllarda, bin yıldan
fazla bir zamandır kullanılan Arap alfabesi yürürlükten kaldırılarak, yerine
1927 yılında Latin alfabesi kabul edildi. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nın
etkilerini en aza indirmek ve ülkenin kalkınmasını hızlandırmak amacı ile
1933’te Beş Yıllık Sanayi Planı’nı başlattı. Aynı dönemde dış politikada da
önemli adımlar atıldı. Milletler Cemiyeti’ne girilmesi (1932), Balkan
Antantı’nın imzalanması (1934), Montrö Boğazlar Sözleşmesi (1936) ve Sadabat
Paktı (1937) gibi girişimler bu dönemdeki önemli gelişmeler arasında yer aldı.
Mustafa Kemal’e, 24.11.1934 günlü, 2587 sayılı
yasayla TBMM tarafından Atatürk soyadı verildi ve bu soyadının başkaları
tarafından kullanılması yasaklandı. 10 Kasım 1938 tarihinde ölünceye dek arka
arkaya dört kez Cumhurbaşkanı seçilen Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu
görevi en uzun süre yürüten cumhurbaşkanı oldu.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı
dönemini birinci ağızdan aktardığı, Cumhuriyet tarihi açısından önemli bir
belge olan “Nutuk”u, 15 - 20 Ekim 1927
tarihlerinde, CHP’nin genel kurulunda okudu. Nutuk, Atatürk’ün Samsun’a çıktığı
19 Mayıs 1919’dan, Cumhuriyet sonrası 1927 dönemine kadarki zaman diliminde
olan olayları anlatmaktadır. Son
yıllarında, Hatay’ın anavatana katılması için yoğun bir diplomatik çaba sergileyen
Atatürk’ün bu doğrultudaki amacı, ölümünden sonra (1939) gerçekleşti.
Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde yeni bir döneme başlayan Türkiye’de, bir taraftan çok partili demokrasiye hazırlık süreci devam ederken, önemli olaylar meydana geldi. İlk muhalefet partilerinin devamına, halktan büyük ilgi görmeleri nedeniyle izin verilmedi; Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1925) kapatıldı, Serbest Cumhuriyet Fırkası (1930) kendini feshetmek zorunda bırakıldı.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile medreseler, türbeler ve tekkelerin kapatılarak faaliyetlerinin yasaklanması (1924), Hilafetin kaldırılması (1924), Şapka Kanunu ile milletvekilleri ve devlet memurları başta olmak üzere tüm halka şapka giymenin mecbur edilmesi (1925), Arapça Ezan’ın yasaklanarak Türkçe okutulması (1932), Takrir-i Sükûn Kanunu (Suskunluk Yasası) ile basına etkin bir sansürün getirilmesi (1925), Harf Devrimi ile Latin alfabesine geçiş (1928), Ayasofya Camii’nin müzeye çevrilmesi (1935) halkın bazı kesimleri tarafından hemen benimsenmedi. Yapılan düzenlemelere muhalefet edenler ve Şeyh Said (1925), Ağrı (1926-1930), Dersim (1937) isyanları ile Menemen (1930) olaylarının failleri, kurulan İstiklal Mahkemelerinde yargılanarak, bir kısmı idam edilmek suretiyle, bir kısmı hapis ve sürgünlerle cezalandırıldı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal
Atatürk, yakalandığı siroz hastalığından kurtulamayarak, 10 Kasım 1938’de
İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda yaşama gözlerini yumdu. Cenazesi Ankara’ya
getirilerek, on beş yıl geçici kabrinde saklandı. Ankara’nın Anıttepe semtinde
kendisi için yapılan Anıtkabir bitince de, 10 Kasım 1953 tarihinde orada
toprağa verildi.
“Bağımsızlık
benim karakterimdir”
diyen Atatürk’ün savaşımı dünyada pek çok mazlum ülkenin bağımsızlık eylemine
örnek oldu. Hayatı bizde ve dünyada birçok edebi esere, araştırmaya, filme ve
tiyatro eserine konu edilmiştir.
ESERLERİ:
TELİF: Nutuk
(Aslı ve sadeleştirilmiş biçimi Nutuk
ya da Söylev adlarıyla tek ya da
birkaç cilt olarak, devlet ve özel yayınevlerince bircok kez basıldı. Ayrıca çeşitli
dünya dillerine çevrildi), Atatürk’ün
Özel Mektupları (Der: Sadi Borak, 1961), Cumali Ordugahı - Süvari Bölük Alay Liva Talim ve Manevraları (Selanik
1325 - 1909), Beşinci Kolordu Erkân-ı Harbiyesi
(Selanik 1327-1911), Zabit ve Kumandan
ile Hasbihal (1918), Yurttaşlık
Bilgisi (Afet İnan’a notlar halinde yazdırmıstır), Atatürk Konuşuyor - Nutuk Öncesi (Der: Mahmut Soydan - Falih Rıfkı
Atay), Atatürk’ün Söylev ve Nutukları
(3 cilt, 1989), Geometri (1937).
ÇEVIRİ: Takımın
Muharebe Talimi (General Litzmen’den, Selanik 1324-1908), Bölüğün Muharebe Talimi (General
Litzmen’den, İstanbul 1328-1912).
KAYNAKÇA (Başlıcaları): Falih Rıfkı Atay / Çankaya (iki cilt 1961, tek cilt 1969) - Atatürk’ün Hatıraları:1914-1919 (1965), Hilmi Uran / Hatıralarım (1959), Şevket Süreyya Aydemir / Tek Adam (Atatürk’ün hayatı, 3 cilt, 1963-65), İsmet Kür / Anılarıyla Mustafa Kemal Atatürk (1965), İsmet Bozdağ / Atatürk’ün Sofrası (1974) - Atatürk’ün Anıları (1980), Abdurrahman Dilipak / Bir Başka Açıdan Kemalizm (1988), Turgut Özakman / Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Kronolojisi (1995), Sule Perinçek / Tüm Yapıtlarıyla Atatürk (Cumhuriyet Kitap, 9 Kasım 2000), Kemal Arıburnu / Atatürk’ten Anılar (2010).
Devrimci, Mustafa Kemal Atatürk'ün
yaşantısını incelerken, onun portresine vuran halk ışığını gözden
kaçırmamalıdır. Anca bu ışıklarladır ki onun yaşantısının, savaşlarının,
devrimlerinin, ilkelerinin ve felsefesinin köklerine ve anlamına varılabilir.
Bu ışık içinde ona verilecek en güzel ve anlamlı ad halk önderi oluyor.
Selanik'te ateşli ve devrimci bir kurmay, Çanakkale'de Anafartalar kahramanı
bir komutan, bir asker ve birdenbire, Samsun'da ordu müfettişi iken, Anadolu
yollarına düşünce ulusun bir bireyi, halktan biri oluyor. Erzurum Kongresi’nden
sonra onu sıcak ve çekici halk giysileri içinde görüyoruz, generallik
giysisini, bir halk savaşı içinde ve ardında bir başkomutan olarak giyiyor. Bu
giysi içinde bile halkça güçlü olan bir yanı vardır, biçimci ve gelenekçi bir
devletin başkomutanı değildir, halk içinden yaratılmış bir devletin
başkomutanı değildir, halk içinden yaratılmış bir ulusal savaş ordusunun
komutanıdır. Bir savaş önderi, bir savaş ustasıdır ve bu savaşın ülküsü halkı
tam bir kurtuluşa, tam bir bağımsızlığa kavuşturmaktır. “Milli Mücadele”nin
yıldızları ve defneleri parlayan mareşal yakasıyla o, Gazi Mustafa Kemal Paşa,
bir kurtuluş savaşına atılmış Türk halkının önderi, alan savaşlarının halk
önderidir. Mustafa Kemal doğrudan doğruya halk kaynağından gelmektedir, ana ve
babası halktan insanlardır. Kaynağından başlayan bu halk çizgisi onu bütün
yaşantısı boyunca izlemektedir. Bu çizgi onun yaşantısında, davranışlarında,
devrimlerinde ve ilkelerinde belirmektedir. Onu 1919 Haziranı'nda Amasya'da
karşılayalım. Havza yollarından gelmektedir. Bir genel müfettiş midir?
Düşüncelerini ve gücünü biçimci bir devletin otorite kaynaklarına dayayan
yüksek bir askeri memur mudur? Amasya'ya halktan bir adam gibi girer. Amasya
'ya kurtuluş ordusunun generali gibi girer. Osmanlı devletinin bütün
geleneklerini bırakmıştır, halkın yanını seçmiştir.
Durmadan telgraflar, mektuplar yazıyor;
bu telgrafları ve mektupları inceleyelim, bu telgrafların, mektupların
havasında bir üçüncü ordu müfettişinin edası, kokusu yoktur, halka dayanmış
bir insanın sesi, inancı, sertliği ve kesinliği vardır. Erzurum Kongresi’nden
sonra Üçüncü Ordu Müfettişi bile değildir, bir Osmanlı generali değildir,
Anadolu halkının Mustafa Kemal Paşasıdır. Erzurum ile Sıvas arasındaki yolu
otomobille geçerken, çoktan halkın içine girmiş, halkın önderi olmuştur. Sıvas
Kongresi’nden sonra telgrafların, mektupların altında şu kısa, ama anlamlı imza
görünür: Hey'eti Temsiliye adına Mustafa Kemal. Hangi Hey'eti Temsiliye? Bir
avuç ülkücünün kurduğu kurtuluş cuntasının başındadır, ama o, bu kurulu, Sıvas
Kongresi'nde halka dayamayı bilmiştir. Kendi kendisini seçmemiştir, kendisini
seçmişlerdir. Hey'eti Temsiliye Başkanlığı'na Sıvas Kongresi'nce, yani Anadolu
halkınca seçilmiştir. Gücü ve açıklığı buradadır. Halkın ortasında ve arasında
açık ve aydınlık bir savaş vermektedir. Bü Hey'eti Temsiliye neyi temsil
etmektedir? Bütün bir ulusu, kurtulmaya karar vermiş bir halkı. Kimi dolaklı avcı
ceketli, kimi belden kemerli paltosuyla o şimdi Ankara halkı arasında ulusal
savaşın önderidir, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Başkanı'dır. Ulusal savaş
ordularının komutanlık kalpağını, giysilerini ve çizmelerini Sakarya
Savaşları’nda giyer. Ulusal savaş resimlerinden en güzeli onu Sakarya
savaşlarının sonunda Duatepe'de gösterir. Bu bir bozkır sabahıdır. Toprak güz
yağmurlarıyla ıslak ve hava serindir. 10-12 Eylül günlerinden biri. Torağın
üzerine bir keçe sermişlerdir. Sırtında eski, kaba bir asker pelerini vardır.
Halkın pelerini. Onu giymemiş, omuzlarına atmış. Bağdaş kurmuştur. Bacakları ve
ayakları kutsal ana topraktadır. Başında Kuvayı Milliye kalpağı vardır. Dürbünü
gözlerine tutmuştur. "Sakarya melhamei kûbrası" dediği, Sakarya
Savaşları’nın son anlarını izlemektedir. 13 Eylül'de Sakarya doğusunda düşman
kalmayacak ve düşman çekilip kaçacaktır.
Bu resimde, çok dikkatle gözlenince
görülen küçük, çok küçük bir şey var: Mustafa Kemal'in görünen çizmesinin
tabanında, burunda ufak bir delik vardır. Halk o kadar verebilmiştir ve o,
başkomutan o kadarını giyebilmiştir. Biraz sonra, ana vatan toprağı üzerinde
doğrulacak ve çizmesinin altından vatan toprağının ıslak sıcaklığını
duyacaktır, ürperecek ve titreyecektir. Toprağının ve halkın yoksulluğunu, bir
zafer sabahında ta iliklerinde duymuştur. Bu duyguyu ilkelerinde ve
devrimlerinde işleyecektir. Hep halk önderi kalacaktır. O, odaların,
sarayların, törenlerin başkomutanı değildir, kutsal vatan toprağının, çıplak
ve gerçek toprağın askeridir, oradan zaferle birlikte gerçek kurtuluşun sesini
de getirecektir. Savaşların üzerine bir uygarlık, bir devrim düzeni kurmasının
anlamı budur. Ayaklarından yüreğine değin ana toprağın ve halkın sızısını,
acısını, çıplaklığını, yoksulluğunu duyuyor. Cumhurbaşkanı olarak görevi nedir?
Havza'dan yola, halktan biri, Mustafa Kemal olarak çıkarken görevi ne idiyse
odur. Erzurum ve Sıvas kongrelerinde halktan biri olarak içtiği gizli andı
unutmamıştır: Kurtuluşun, uyanışın önderi olacaktır. Halkın derin kaynaklarını
sezecektir. Ve bu kaynaklardan devrimlerinin ilkelerini örecektir. Yoksulluğa,
geriliğe ve karanlığa savaş. Törensel bir cumhurbaşkanı olmamıştır. Halk
önderi bir Cumhurbaşkanıdır. Büyük ekonomik çelişmeler arasında ortaçağ
düzeninden çıkış yolları aramaktadır, halkın kan ve emeğinden doğan devleti
halka yöneltmektedir, bir devletçilik önderidir. Yenileşme yolunda ortaya
halktan biri olarak çıkar, Kastamonu'da hasır şapkası ile halkı selamlar. Ve
Sıvas dolaylarında, karatahta başındadır. Uygarlık savaşının öğretmenidir.
Bizler, devrimciler onun bu halkçı çizgilerini iyi izlemek zorundayız. Onun
halk önderi portresi kurtuluş ve uyanış savaşımızı ışıklarla doldurmaktadır.
Halka ihanet etmemiş bir insandır o. Çıktığı kaynağı yaşantısı ile izlemiş,
halka dayanmış, halk için savaşmış ve yeniden o kaynağa, bütün devrim
güçlerini bağrında saklayan halka dönmüştür.
Bu yüzden, Mustafa Kemal Atatürk
oradadır, halkın içindedir, halktan yana, halk için ve halk uğruna Türk
ulusunun devrimci çabalarını yönetmekte, gene de, kuşakların halk önderi olarak
kalmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk'ün portresi bu açıdan incelenince, halkın
ışığı içinde o, her zaman ve her zaman Türkiye sorunlarının çözümleyicisi
olarak kalmaktadır. Neden ki, o halk olmanın, halka önder olmanın sorunlarını
çözmüştür.
(Devrimcinin Takvimi, Ekim 1997)
İNGİLİZLER KAPATTI KEMAL PAŞA AÇTI
TAHA AKYOL
PEŞ PEŞE gelen iki gün var ki, Osmanlı saltanatının sonunu ve bağımsız Türkiye'nin başlangıcını temsil eder: İlki 18 Mart 1920'dir, Osmanlı Mebusan Meclisi İngiliz işgali altında çalışamayacağı gerekçesiyle son oturumunu yaparak tatile girdi.
İkincisi 19 Mart 1920, Ankara’da Mustafa Kemal Paşa Büyük Millet Meclisi’nin açılacağını bildiren ve bunun için seçimler yapılmasını isteyen genelgesini yayınladı.
Mustafa Kemal Paşa ile telgrafla mülakat
-18 Ekim 1919 günlü Tasvir-i Efkâr gazetesinde Ankara’daki Mustafa Kemal’le yapılan mülakat fotoğraflı olarak yayımlandı.
Henüz hiçbir askeri zaferi bulunmayan Milli Kurtuluş Hareketi Sivas Kongresi ile öyle bir siyasi güç haline gelmişti ki, Damat Ferit 31 Eylül 1919’da istifa etmek zorunda kalmıştı... İzleyen olayların akışı şöyle.
KUVAYI MİLLİYE
- 2 Ekim 1919: Anadolu hareketi ile uzlaşmak gerektiğini gören Vahdettin, vatansever Ali Rıza Paşa’yı sadrazam atadı. Kabine’de Harbiye Nazırı Cemal Paşa, Bahriye Nazırı Salih Paşa gibi Kuvayı Milliye’li isimler vardır. Bu dönemde Kuvayı Milliye son derece güçlendi.
- 12 Ocak 1920: Vahdettin’in kapattığı Osmanlı Mebusan Meclisi, yeni seçimlerle açıldı. Seçimleri büyük çoğunlukla Müdafaayı Hukuk cemiyetlerinin adayları kazanmıştı. Osmanlı Meclisi’nde Mustafa Kemal’in en yakın arkadaşı Rauf Bey (Orbay) başkanlığında “Felah-ı Vatan Grubu” kurulmuştu. Artık Osmanlı Meclisi de Milli Mücadele yanlısıdır. İstanbul basınında sansür kalkmıştır, Mustafa Kemal Paşa ile mülakatlar yayınlanmaktadır.
- 14 Şubat 1920: Londra’da yapılan İtilaf Devletleri Konferansı’nda İngiltere Başkanı Llyod George Yunan işgali altındaki İzmir’in Yunanistan’a ilhak edilmesini, Yunan toprağı olmasını savundu, bu görüşü kabul gördü. İzleyen günlerde Venizelos, şu sözlerle İtilaf devletlerine teminat verdi: “Mustafa Kemal’in hareketi sırf bir blöftür... 15 gün içinde bir harekâtla mağlup edilir.”
MUSTAFA Kemal Paşa’nın TBMM’nin kurulacağına dair 19 Mart 1920 tarihli genelgesi.
MİSAK-I MİLLİ
- 17 Şubat 1920: 28 Ocak’ta kabul edilmiş olan Misak-ı Milli (Milli Yemin) basına, kamuoyuna, bütün dünyaya ilan edildi. Misak’ın taslağını Mustafa Kemal Ankara’dan göndermiş, Mebusan Meclisi’ndeki vatansever Felah-ı Vatan Grubu tarafından oybirliğiyle kabul edilmişti.
İSTANBUL’UN İŞGALİ
- 3 Mart 1920: Yunan ilerlemesini ve İtilaf devletlerinin baskısını protesto eden Ali Rıza Paşa istifa etti. Yerine kurulacak Salih Paşa hükümeti, Anadolu hareketine zaman kazandırmak için ancak 25 gün dayanabilecekti.
- 10 Mart 1920: Gelişen Kuvayı Milliye’den endişeye kapılan İtilaf devletleri, Londra’da “Türkiye’de azınlıklara kötü muamele yapılıyor” gerekçesiyle İstanbul’un işgaline karar verdi. Karar İstanbul’daki ‘Yüksek Komiserler’e bildirildi. İngiliz Tarihçi Arnold Toynbee 1926’da yayınladığı kitabında, bunun yalan olduğunu yazacaktır.
- 16 Mart 1920: İstanbul resmen işgal edildi, basına sansür getirildi, bütün devlet dairelerine el konuldu, vatanseverler tutuklanmaya başladı. Akşamüzeri Meclis’i basan İngiliz askerleri Rauf Bey, Kara Vasıf, Numan Usta ve Şeref Bey’i tutukladılar, tutuklamalar devam edecek, tutuklananlar Malta’ya sürülecektir.
Mustafa Kemal Paşa Ankara’da “İslam Âlemine Beyanname” yayınladı, işgalin bütün Müslümanların istiklaline tehdit olduğunu bildirdi.
- 18 Mart 1920: İngiliz işgalini protesto eden Mebusan Meclisi kendisini tatile soktu. Osmanlı Meclisi fiilen kapanmıştı. Artık İstanbul’da milli iradeyi temsil edecek bir organ yoktur. İngilizler Vahdettin’e 24 Mart’ta Damat Ferit’i tekrar sadrazam olarak tayin ettirecekler, fiilen kapattıkları Meclis’in resmi fesih işlemini de 11 Nisan’da Vahdettin’e yaptıracaklardır.!
Mustafa Kemal’in gazetesi
- MUSTAFA Kemal Paşa Ankara’ya geldiğinde yaptığı ilk işlerden biri ‘Hakimiyet-i Milliye’ adıyla bir gazete çıkarmak oldu. 10 Ekim 1919 tarihli ilk sayısı yanda görülüyor.
ANKARA’DA MİLLET’İN MECLİSİ
- 19 Mart 1920: Ankara’da Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa, bütün vilayetlere ve Müdafaayı Hukuk cemiyetlerine genelge yayınladı. Bu genelge sadece Milli Kurtuluş tarihimizin değil, anayasa ve demokrasi tarihimizin de en önemli belgelerinden biridir. Şöyle başlar:
Madde 1- Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip bir Meclis, milletin işlerini yönetmek ve denetlemek üzere toplanacaktır. Yani ‘milleti yönetme’ yetkisi artık İstanbul’un değil, Ankara’nındır. Bu Meclis sadece ‘yasama’ yapmayacak, ‘yönetim’ ve ‘denetim’ de yapacaktır... Yani kuvvetler birliği. Ankara’da açılacak olan Büyük Millet Meclisi ‘millet’in bütün unsurlarını temsil edecektir, tam demokratik ve birleştiricidir. Genelgede bu madde şöyle:
Madde 6- Bu Meclis üyeliğine her fırka (parti), zümre ve cemiyet tarafından aday gösterilmesi caiz olduğu gibi, her ferdin de bu mukaddes mücahedeye fiilen katılmak için bağımsız adaylığını istediği mahalde ilana hakkı vardır.
TÜRKİYE BÜYÜK MİLET MECLİSİ
- 23 Nisan 1920: Meclis, Mustafa Kemal Paşa’nın tercihiyle cuma günü ve o zamana kadar Osmanlı meclislerinde görülmemiş bir İslami törenle açıldı. Hep birlikte Hacıbayram’da cuma namazı kılındı, tekbirlerle Meclis binasına kadar gelindi.
Tarık Zafer Tunaya’nın belirttiği gibi Meclis’te inkılapçılar, Osmanlı reformistleri, sarıklı hocalar, mahalli kıyafetleriyle (Kürt) Beyleri ve Bolşevizme sempati duyan solcular vardır.
Kapanan Osmanlı Mebusan Meclisi ile açılan Büyük Millet Meclisi arasında organik devamlılık vardır; Ankara’ya gelen Osmanlı Mebusları artık Büyük Millet Meclisi’nin üyeleridir. Osmanlı Meclisi’nin çıkardığı son kanun vakıflarla ilgilidir, sıradaki Ağnam (Hayvan) Vergisi Kanunu yasalaşmadan kalmıştı.
Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin çıkaracağı ilk kanun bu Ağnam Kanunu olacaktır.
Meclis’in açılışında ve 24 Nisan’da Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı uzun konuşmada ve izleyen dönemde saltanat ve hilafete sadakat vurgusu kuvvetlidir.
Fakat Mustafa Kemal Paşa’nın 24 Nisan konuşmasında şu iki cümle geleceğin işaretidir:
“Artık Yüce Meclisinizin üzerinde bir kuvvet mevcut yoktur... Hilafet ve saltanat Yüce Meclisinizin tanzim edeceği kanuni esaslar dairesinde muhterem ve kutlu yerini alacaktır.”
Milli Mücadele geliştikçe Cumhuriyet fikri güçlenecek ve Cumhuriyet’i bu Meclis kuracaktır.
23 Nisan hepimize kutlu olsun.
KAYNAK: İngilizler kapattı Kemal Paşa açtI (Milliyet, 23.04.2016).
http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/taha-akyol_329/ingilizler-kapatti-kemal-pasa-acti_40093256
İŞTE
SAVARONA’NIN BİLİNMEYEN HİKAYESİ
Soner YALÇIN
Savarona’nın
hikayesi pek bilinmiyor: İlk sahibi “Okyanus Ötesi” Pennsylvania’dan!
Savarona’nın ikinci sahibi Hitler miydi? Atatürk Savarona’yı niye çok istedi?
Yatta kaç gün kalabildi? Savarona hangi krallara peşkeş çekildi? Gemiyi turizm
amaçlı ilk kimler kiraladı? İran Kraliçesi Süreyya’nın Savarona’ya getirdiği
son umudu Fatma Bacı kimdi? Trabzonlu Mehmet Şeber Savarona’ya niye talip oldu?
Savarona’yı kimler yaktı; kimler antikalarını çaldı? İşte soruların yanıtları…
Sizi Önce New
York’a Götüreyim…
Alman
kökenli mühendis John A. Roebling tel kablonun mucidiydi. Bu nedenle göç ettiği
Amerika’da dünyanın en büyük tel kablo üreticilerinden biri oldu. Telgraf
telleri, elektrik telleri, köprü telleri, gemi ve asansör telleri üretip sattı.
Amerikalı
zengin mühendisin bir hayali vardı; Brooklyn ile Manhattan’ı birbirine
bağlayacak köprü yapmak.
1865’te
kolları sıvadı; köprü projesini kendi çizdi. Gerekli girişimleri yapıp
teklifini kabul ettirdi. Fakat talihsizlik; köprünün yerini tespit çalışmaları
sırasında geçirdiği kaza sonucu 1869’da öldü.
Oğlu
Washington Roebling, babasının hayalini hayata geçirmek için inşaatın başına
geçti. Yine bir talihsizlik, köprü kulelerinin inşa edileceği su altı odalarında
çalışırken vurgun yedi ve yatalak oldu. Ancak babasının hayalini
gerçekleştirmek için inşaatı bırakmadı; eşi Emily Warren Roebling yardımıyla
köprüyü 1883’te bitirdi.
Savarona’nın
ilk sahibi Emily Margaret Roebling, işte Brooklyn Köprüsü’nü inşa eden bu
çiftin kızıydı…
İlk Sahibi
“Okyanusya Ötesi”
Pennsylvanıa’dan
Pennsylvanialı
Richard McCall Cadwalader, Princeton Üniversitesi mezunu başarılı bir
bankacıydı. Müziğe kabiliyetliydi ama onu asıl merakı denizcilikti.
Roebleingler’in
kızı Emily Margaret ile evliydi.
Emily
Margaret Cadwalader da kocası gibi denizi seviyordu. Yatlara düşkündüler.
Yatlarıyla dünyanın birçok yerini gezdiler. O yıllar Amerikalı zenginler
arasında dünyayı turist olarak gezmek modaydı.
Cadwalader
çiftinin 1926’da yaptırdıkları yatlarının adı, Savarona’ydı.
Savarona;
Hint Okyanusu’nda yaşayan bir Afrika kuğusunun adıydı.
Cadwalader
çifti ikinci yatlarını 2 yıl sonra, 1928’de inşa ettirdi. İlginçtir, ona da
Savarona adını verdiler.
Ve
üç yıl sonra 1931’de yaptırdıkları, dünyanın en büyük özel yatına da Savarona
adını koydular.
İşte
bugün gündemimize -ne yazık ki fuhuş baskınıyla gelen- Savarona bu
Savarona’ydı!
Almanya’nın
ünlü Blohm und Voss tersanesinde inşa edilen ve Hamburg’ta denize indirilen
Savarona, 124.3 metre gövde uzunluğuyla dünyanın en büyük yatıydı.
Savarona’nın
denize indirilişi hayli görkemli oldu. Time, The New York Times, Chicago
Tribune gibi dünya basını Savarona’ya çok ilgi gösterdi.
Ancak
Savarona’nın ABD’ye girişi sorunlu oldu. Amerika yatın yapım gideri kadar gümrük
ve kayıt parası istedi. Bu da yaklaşık 3 milyon dolar tutarındaydı.
Cadwalader
çifti parayı ödemek istemedi. Savarona geldiği yolu izleyerek tekrar Hamburg’a
döndü.
Savanora
Almanya’ya dönmüştü ama kurtuluşu yoktu. Çünkü Amerikan vergi memurları Savarona’nın
peşini bırakmadı. Cadwalader çiftini vergi kaçırmakla itham ettiler. İddiaya
göre çift, daha az vergi vermek için Savarona’yı şirket malı gibi göstermişti.
Dava
sürerken, yetmezmiş gibi Emily Margaret Cadwalader geminin çarkçı başına aşık
oldu. Yatın en üst katındaki odasından, üç kat aşağıdaki çarkçı başının odasına
giden özel bir merdiven yaptırdı. Gizlice buluşuyorlardı. Ve sanıyorlardı ki 80
küsur personelin bu aşktan haberleri yok. Olay, Richard McCall Cadwalader’ın
kulağına gitti. Aile faciası son anda önlendi.
Savarona
Cladwalader ailesine uğurlu gelmemişti. Şubat 1937’de gemiyi satılığa
çıkardılar.
Atatürk Çok
Kızdı
Tarih
4 Eylül 1936.
Yer
İstanbul.
Atatürk’ün
canı bir olaya çok sıkkındı.
O
gün, İstanbul’a gelen İngiliz Kralı 8’inci Edward’ın şerefine Moda koyunda
yelken yarışı düzenlendi.
Atatürk
yarışı Kral Edward’la birlikte yaşlı Ertuğrul yatında izledi. Fakat Ertuğrul
manevra yaptıkça etrafa yağlı kurum yağdırdı. Edward, beyaz elbisesine konan
kurumu üfledikçe elbisesi daha da berbat oldu. Atatürk’ün canı sıkıldı; durumu
kurtarmak için, “Majeste bu yat epey zamandır çalışmadığı için, kazanları
ısınıncaya kadar bu kurumlar bizi rahatsız edecektir” dedi ve Kral’ın koluna
girerek bitişikteki İngilizlerin görkemli kraliyet yatına geçtiler.
Atatürk
akşam yemeğinde yanındakilere, “Efendim medeniyet iddiası lafla olmaz, Bu
iddiaya girenlerin her malzemesi her hususta tamam olmalıdır. Yoksa insan işte
böyle kepaze olur.”
Kuşkusuz…
Bir
tek bu olay Savarona’nın alınma sebebi değildi.
Bir
başka neden de Atatürk’ün sağlığıyla ilgiliydi. Atatürk’ün hastalığı
ağırlaşıyordu. Doktorları, deniz havasının Atatürk’e iyi geleceğini
söylüyorlardı.
Savarona
bir umuttu; umudun adıydı.
Ama
tek başına bu da Savarona’nın alınmasının nedeni değildi.
Gözden
kaçan bir olgu var:
Atatürk
hayatının son döneminde genç Türkiye Cumhuriyeti’nin deniz işleriyle çok
alakalıydı. O dönemde neredeyse sadece Denizbank’ı kurdurmak, Türk deniz
ticaret filosu oluşturmak, Deniz kuvvetlerini güçlendirmek gibi projeler
üzerinde çalışıyordu. O yıllarda Almanya’ya Sus, Trak, Marakaz, Etrüsk
gemilerinin sipariş edilmesinin sebebi de buydu.
Bunların
tümü Savarona’nın alım nedeniydi.
Hitler,
Savarona’yı Satın Aldı mı?
Atatürk
Savarona’nın fotoğraflarını görünce çok beğendi. Berlin Büyükelçisi Haydar Apak
Cadwalader ailesiyle temasa geçti. Ardından Cumhurbaşkanlığı özel kalem müdürü
Hasan Rıza Soyak başkanlığında bir komisyon kuruldu. Heyet Almanya’ya gitti.
Tercümanları ise Atatürk’ün manevi evladı Abdurrahim Tunçak idi.
Ayrıca
incelemeler yapması için de Sakarya gemisi motor makinisti Adil Aşıroğlu
görevlendirildi. Çünkü Savarona 5 yıldır Hamburg limanına demirliydi. Bazı
tamiratların yapılması elzemdi.
Fakat
Türk heyetini bekleyen bir sürpriz vardı.
Savarona’nın
alımında karşılarına bir engel çıktı: Adolf Hitler!
Hitler,
Savarona’yı Alman denizaltıları için ana gemi olarak kullanmak istiyordu. Kimi
iddialara göre Savarona’yı satın almışlardı. Sadece devir işlemleri
yapılmamıştı.
İşte
tam bu sırada Türkiye teklifini vermişti. Yani araya giren Hitler değil,
Türkiye idi.
Almanya
ile Türkiye Savarona yüzünden karşı karşıya geldi. Atatürk geri adım atmaya
yanaşmadı. Sonunda Hitler Savarona’dan vazgeçti. Niye?
Bir
iddia; Hitler, Savarona’yı Atatürk’ün çok istediğini duyunca almaktan vazgeçti.
Çünkü Atatürk’ün askerliğine hayrandı ve Atatürk’ün hastalığını biliyordu. Kim
bilir belki de, Avrupa’yı işgale hazırlanırken Atatürk gibi bir askeri
karşısına almak istemiyordu.
İkinci
iddia ise, Cadwalader ailesi, Hitler’in Savarona’yı hangi amaçla istediğini
anladılar ve kuşkusuz ABD’nin dayatmasıyla satmaktan vazgeçtiler.
Neyse,
Türkiye sonunda Savarona’yı 23 Şubat 1938’de resmen aldı. Ödenen para 1 milyon
200 bin dolar idi.
Ve
Savarona 1 Haziran 1938’de Dolmabahçe önüne demirledi. Atatürk çok heyecanlandı
ve hemen Dolmabahçe’den Acar motoruyla yata gitti. Çok beğendi. Yata “Güneşdil”
adının verilmesine karşı çıktı; Savarona adı güzeldi; “öyle kalsın” dedi.
Savarona’da
ilk emrini Çankaya Köşkü Kütüphanecisi Nuri Ulusu’ya verdi; “Nuri oğlum,
kitaplarımı getirdin mi? Hepsini kamarama muntazam koy, herhalde pek dışarı
çıkmayacağım için bol bol okuma fırsatım olacak.”
Savarona’yı
görünce sevinci ve heyecanını saklayamayan Atatürk, Savarona’da sadece 56 gün
yaşadı. Evet, iki ay bile değil.
İlk
günler rahatsızlığı hafifler gibi oldu. Fakat daha sonraki günler, -kendisine o
kadar iyi bakmasına, perhizlerine harfiyen uymasına rağmen- iki kez kriz
geçirdi.
Hastalığı
artınca, 25 Temmuz gece yarısı saat 01.00’de Dolmabahçe’ye nakledildi. Bir daha
Savarona’ya hiç gidemedi.
Ve
ne yazık ki Savarona, Atatürk’e derman olmadı; uğurlu gelmedi.
Savarona Hep
Gündemde Kaldı
Atatürk
Savarona’da 56 gün kaldı.
Ama
Savarona Atatürk’le özdeşleşti. Ata’nın emanetiydi.
Buna
rağmen hep politik tartışmaların odağında oldu.
1946
seçimleriyle TBMM’ye Demokrat Parti’nin meclis oturumlarında en çok
eleştirdikleri konuların başında, “Cumhurbaşkanlığı yatı” Savarona vardı.
Sadece
Savarona değil Atatürk’ün “Beyaz Treni” de polemik konusuydu.
Savarona’nın
masrafları CHP’ye yük olmuştu. Aslında DP’lilerin iddia ettikleri gibi “Milli
Şef” İsmet İnönü yatı pek kullanmıyordu. Hatta Savarona’nın Deniz
Kuvvetleri’nin hastanesi olmasını önermiş; ancak bu dönüşüm çok masraflı
bulunduğu için vazgeçilmişti.
Keza
İnönü, II. Dünya Savaşı’ndan sonra; 1948’de “bütçeye yararı olur” diye
Savarona’nın satılmasını gündeme getirdi. Bu nedenle yurtdışındaki Türk
büyükelçilerine haberler gönderildi.
Savaş
sonrasının yoksulluğuna rağmen bir İngiliz firması Savarona’ya talip oldu.
Satış gerçekleşmedi. Çünkü Türk basınında “Savarona bize Atatürk’ün emanetidir,
satılamaz” yazıları çıktı. Bu işin öncüsü ise Ulus Gazetesi’nden Nurettin
Artam’dı.
“Kamuoyu
baskısı var, madem satamıyoruz, o halde turizm amaçlı kiraya verelim” fikri
ortaya atıldı. Trabzonlu denizci Mehmet Şeber Savarona’yı kiralamak için
Ulaştırma Bakanlığı’yla masaya oturdu. Anlaşma olmadı. Basın tepkiliydi.
Peki,
ne yapılacaktı?
Diğer
yanda Savarona masraflıydı; bu nedenle senelerdir İstanbul/Küçüksu sahilinde
demirlemiş duruyordu.
Mısırlı
Zenginlere Kiralandı
1950’de
iktidar el değiştirdi.
DP
iktidar olunca Savarona tartışması bitmedi.
Liberal
piyasa ekonomisine inanan DP, Savarona’yı atıl durumdan kurtarmak için kolları
sıvadı.
1951’de
bir Mısır acentası aracılığıyla Savarona’yı bir aylığı 300 bin liradan Mısırlı
zenginlere kiraya verdi. Mısırlı zenginlerin Akdeniz’deki maceralı gezileri
Türk basınından tepki aldı.
Atatürk’ün
emanetinde Mısırlıların oturmasına bazı çevreler sert tepki gösterdi.
DP
bunun üzerine (ki Celal Bayar’ın bastırmasıyla) Savarona’yı öğrencilerin
eğitiminde kullanılmak üzere Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na “okul gemisi”
olarak verdi.
Geminin
komutanlığına atanan Deniz Kurmay Albay Vedat Burak, gemi demirbaş sayımını
inceden inceye yaparak, (ki şöminedeki yakılacak odunların bile) kaydını yaptı.
Bu
kadar özenli olmasının nedeni; Cadwalader çifti antikaya çok meraklıydı ve
Savarona’da çok değerli antikalar vardı. Örneğin yatın baş tarafındaki yemek
salonu tamamen orijinal Fransız Kralı XV’inci Louis’e aitti.
Kral Faysal’ın
Hizmetinde
1955’de
Savarona konusu yine meclis gündemine geldi.
Bu
kez konuyu meclise taşıyanlar CHP’lilerdi.
Savarona,
askeri eğitim amacıyla Akdeniz’de sefere çıkmıştı. Fakat yatta sadece askeri
öğrenciler yokmuş; Irak Kralı Faysal’ın ricası üzerine kendisi İtalya/ Capri’ye
götürülmüştü!
CHP’liler
kızgındı; Atatürk’ün emaneti Savarona ve askeri öğrenciler nasıl Kral’ın
emrine, hizmetine verilirdi.
DP’lilerin
yanıtı bir gerçeği ortaya çıkardı.
“Sizin
döneminiz 1946’da Kral Faysal, İskenderun’dan alınıp Marsilya’ya yine
Savarona’yla götürülmedi mi?” Götürülmüştü.
Kral
Faysal, Savarona’yı çok seviyordu. Bazı gezilerinde Türk Hükümeti’nden rica
ediyor, Savarona’yı kullanıyordu. Eh komşu hakkı bu olsa gerek!
Savarona
herkesin gözdesiydi.
Başbakan
Adnan Menderes de Savarona’yla mehtap gezisine çıkmaya bayılıyordu.
Ne
garip değil mi; Savarona’yı çok seven Kral Faysal da, Başbakan Menderes de idam
edildi.
Savarona
onlara da uğurlu gelmemişti.
Fatma Bacı Savarona’ya
Çağrıldı
Savarona,
İran Kraliçesi Süreyya’ya da uğurlu gelmedi.
Bilirsiniz
dünyalar güzeli Prenses Süreyya’nın çocuğu olmuyordu. Bu nedenle Şah Muhammed
Rıza Pehlevi eşini boşadı.
Fakat
boşanmadan kısa bir süre önce, 1956’da Şah ve Prenses İstanbul’a geldiler; Savarona’da
kaldılar.
İkisi
de Ata’nın emanetini çok beğendiler.
Bu
arada kimin aklına geldiyse, Prenses Süreyya’ya, yaptığı koca karı ilaçlarıyla
çocuğu olmayanların dertlerine derman olan 65 yaşındaki Fatma Bacı’dan
bahsetti. Süreyya heyecanlandı; görüşmek istedi.
Bunun
üzerine Fatma Bacı Yalova’dan bulunup Savarona’ya getirildi!
Fatma
Bacı ile Prenses Süreyya uzun müddet kamarada kaldılar. Sonra Yalova
kaplıcalarına gittiler.
Savarona’daki
herkes artık emindi; Prenses Süreyya nur topu gibi oğlan doğuracaktı.
Olmadı;
Fatma Bacı’nın ilaçları yeterli gelmemişti!
Özal Savarona’yı
Jilet Yapacaktı
Savarona
40 yıl önce büyük bir tehlike atlattı.
3
Ekim 1979’da İstanbul Heybeliada yakınlarında demirliyken makine dairesinde
çıkan yangınla büyük hasar gördü.
Kısa
sürede onarıldı ve 24 Ağustos 1980’de tekrar okul gemisi olarak kullanılmaya
başlandı.
Fakat…
Savarona,
27 Temmuz 1986’da Deniz Kuvvetleri Komutanlığı envanterinden çıkarıldı.
Savarona başıboş kaldı.
Bu
arada Çankaya Köşkü’nde oturan “Büyük Atatürkçü” Kenan Evren Savarona’nın
çürümesini seyrediyordu.
Ve
en hazin olay 1989’da yaşandı.
ANAP
Hükümeti Savarona’yı hurdaya çıkardı. Yani parçalanıp satılacaktı, jilet
olacaktı.
Haberin
basında çıkması üzerine devreye armatör Kahraman Sadıkoğlu girdi. Savarona’yı
49 yıllığına kiraladı.
Bu
arada, yatı teslim aldığında gördü ki, Savarona kapı tokmaklarına kadar
yağmalanmıştı. İşin acı yani, hırsızların Sadıkoğlu’na çaldıklarını
satmalarıydı.
Sadıkoğlu
Savarona’yı eski ihtişamlı haline dönüştürüp turizm amaçlı kullandı.
Ne
kadar çabalasa da Sadıkoğlu bu kiralama işinden para kazanamadı; Savarona’nın
giderleri çoktu.
Geçen
hafta Savarona’da yapılan fuhuş operasyonu geminin bundan sonraki hayatını
değiştirecek gibi görünüyor. Hükümet, Savarona’yı müze yapmayı düşünüyor.
Bakalım
bundan sonra Savarona’nın seyri nasıl olacak.
KAYNAK:
Soner Yalçın / İşte Savarona’nın Bilinmeyen Hikayesi (Odatv.com, 02.10.2010).
İSMET İNÖNÜNÜN
BULGARİSTAN SOFYA TÜRKİYE BÜYÜKELÇİLİĞİNDE MAHSUR KALDIĞINDA ONU ORADAN KİM
KURTARDI.!
25
Nisan-10 Mayıs 1932 tarihleri arasında İsmet İnönü, resmi konuk olarak gittiği
Rusya dönüşü, Bulgaristan'da Sofya’nın Türkiye Büyükelçiliği konutunda mahsur
kalmıştır.
Bulgar
çetecileri ve muhtemelen bunlara katılan resmi makamları elçilik konutunun
etrafını kuşatmışlardır ve İnönü’nün oradan çıkarak trene binmek üzere gara
gitmesine izin vermemektedirler.!
Konu
ülkemize yansıyınca, Dışişleri Bakanlığı telaşlanır ve diplomatik olarak çözüm
için telefonlar çalışmaya başlar. Bulgaristan'a ihtar verilir; ama Bulgar Hükümet
umursamaz.!
Ankara'dakiler
çareler düşündüler.
İşin
içinden çıkamadılar.
Atatürk'e
sordular..?
Atatürk
"sizler ne düşünüyorsunuz"?, diye onlara sordu.
Yetkililer
"Bulgaristan'a ekonomik baskı uygulayalım ...", dediler.
Atatürk,
güldü: "Telefonu verin bana", dedi. Atatürk donanma komutanını aradı,
emir verdi;
-
İsmet’i kurtarmak için hemen Yavuz zırhlısı yola çıksın. Zırhlının komutanına
gerekli talimatlar yazılı olarak kendisine iletilecektir.
Kısa
bir süre sonra Yavuz zırhlısı yola çıkar ve Varna’nın karşısına demirler.
Yavuz
zırhlısı top atışlarına başlar, havaya tam 101 pare top atışı yapar. Varna da
panik başlamış ve liman yakınındaki evlerin camları bile kırılmıştır.
Son
top atışı sonrası, Yavuz zırhlısının komutanı amiral, Varna valisini arar ve talebini
söyler; “Sayın İsmet İnönü’yü almaya geldim!”
Bu
talep yeterlidir. İsmet İnönü özel ve zırhlı bir trenle hemen Varna’ya
getirilir ve bando eşliğinde törenle Yavuz zırhlısına yolcu edilir.
Bu
arada gemi komutanı kırılan camların parasını da ödemiştir. Ve İsmet Paşa yurda
döner..
KAYNAK:
Avni Altıner / ‘Her Yönü İle Atatürk (Oda Yayınları, Sayfa 387-88).
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Gazi Mustafa Kemal Atatürk elbette eleştirilmez
değildir. Ancak onu eleştirirken samimî, insaflı ve gerçekçi olmak gerekir.
Türkiye’nin kuruluşunun 100. yılı olan 2023’e yaklaşırken hâlâ Atatürk üzerinde
soğukkanlılıkla yazılıp çizilememesi ciddî bir sorun olarak karşımızda duruyor.
Türkiye’nin
her alanda normalleşmesi için bu sorunun da çözülmesi lâzım. Bizce bu sorunun
çözülmesi önce taraflara bir bütün olarak yaklaşılmasına, sonra tarafların
ileri sürdüğü tezlerin soğukkanlılıkla ve açık yüreklilikle tartışılıp
değerlendirilmesine bağlıdır. Tıpkı Ermeni meselesinin çözümü için devletin
önerdiği ortak tarih komisyonu gibi zamanlı zamansız gündeme getirilen ve kafa
karışıklığına sebep olan bu sorunun çözümü için de bir komisyon kurulmasını
öneriyoruz.
1915-1917
yıllarında Osmanlı Devletinin topraklarında herkes gibi Ermenilerin de yaşadığı
olayların sonradan siyasî bir sorun olarak ısıtıp ısıtılıp dünyanın gündeminde
tutulmasına karşı Türkiye’nin, içinde Türk, Ermeni ve uluslararası tarihçilerin
yer alacağı bir ortak tarih komisyonu kurulması çağrısı gibi bu sorunun çözümü
için de bütün tarafların temsil edileceği akademisyen, araştırmacı ve
yazarlardan oluşacak bir komisyon kurulmasını öneriyoruz. Elbette Türkiye’yi
rahatlatacak böyle bir komisyonun bağımsız ve rahat çalışabilmesi için önce
yasal desteğin sağlanması zorunludur. Şüphesiz bu komisyon ortaya tek görüş
koymayacak. Zaten sosyal olaylar tek görüş ve perspektifle yorumlanamaz. Görüş
farklılıklarının bir zenginlik olabilmesi için yaklaşım yönteminin ve temel
bakış açısının temelde aynı olması gerekir. Komisyon, bilinmeyenlerin
aydınlatılmasına ve tarihin doğru anlaşılmasına yardımcı olacak yöntemi ve bakış
açısını ortaya koyacak. Böylece gerilim, çatışma ve konu üzerinden kutuplaşma
ortamı dağılacak ve toplumda özgür düşüncenin önü açılarak Atatürk, sevabıyla
günahıyla, doğrusuyla yanlışıyla ve başarısıyla başarısızlığıyla bir “tabu” ve
“günah keçisi” olmaktan çıkacak ve tarihteki “gerçek” yerini alacaktır. Bu, hem
Atatürk’e hem ülkemize ve hem de kendimize karşı tarihî bir görevimizdir. Bizce
bu bağlamda aşağıdaki konular ele alınıp tartışılmalıdır:
Malûm
olduğu üzere Atatürk eleştirisi / karalaması İslâmcı kesimin uzun yıllar yegâne
sermayesi olmuştur. Atatürk konusunda bu kesim, yeri geldiğinde sol-sosyalist
çevreleri referans göstermekten geri durmamıştır. Bunlar arasında öne çıkan
isimler olarak Sait Okur (Said Nursî), Necip Fazıl Kısakürek, Kadir Mısıroğlu,
Mehmet Şevket Eygi, Nuri Pakdil, Sadık Albayrak, Abdurrahman Dilipak, Mehmet
Doğan, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylân ve Mustafa Armağan gibi isimleri
saymak mümkündür. Düşük profil isimleri saymaya gerek yoktur. Bunlar ve
benzerleri, ana hatlarıyla Atatürk’ün Osmanlıya ihanet ettiğini, hilâfeti
kaldırarak Türkiye’nin İslâm dünyasıyla bağını kestiğini, Lozan Sulh
Muahedenamesinin bir ihanet olduğunu, inkılâplarla ülkeyi ve milleti
geçmişinden kopardığını; din eğitimini yasaklayarak, ezanı ve salâyı Türkçe
okutarak ve Kur’an-ı Kerim’in Arap harfleriyle yazılmasına engel olarak
dinsizliğin önünü açtığını vb. ileri sürüp Atatürk’ü eleştirip durmuştur. Bu
alanda koca bir külliyat / literatür oluşmuştur. Müslüman gençlik;
İmam-Hatipliler, Yüksek İslâmlılar, İlâhiyatlılar ve Diyanet camiası bunlardan
etkilenmiş / beslenmiştir. Darbe dönemlerinde darbeciler Atatürkçülük yaparken
İslâmcı kesim de doğal bir tepki olarak bu zeminde anti-Atatürkçülük yapmıştır.
Sonra
İslâmcı kesim daha da ileri giderek Atatürk eleştirisini biçimsel olarak da
sürdürmüştür. Zorunlu olarak Atatürk’ten söz edilmesi gerekiyorsa Gazi Mustafa
Kemal denmiş, Atatürk denilmemiştir. Kurumlarda fotoğrafını kullanmak
gerekiyorsa kalpaklı olanı tercih edilmiş yani Osmanlı köklerine vurgu yapılmaya
çalışılmıştır. İstiklâl Marşı’na, Türk Bayrağına uzun zaman mesafeli durulmuş
ve Türk kelimesi kullanılmaktan imtina edilmiştir. Hatta lâik ve Atatürkçü
kesimin cenaze namazını kılmamaya çaba gösterilmiştir.
Esasında
Atatürk, bizzat kendi döneminde eleştirilmiştir: Ali Şükrü Beyin, Hüseyin Avni
Ulaş’ın yani Birinci Meclisteki İkinci Grup mebuslarının eleştirisi, Mehmet
Âkif ve Hasan Basri Çantay gibi âlim / aydın zevatın sessiz eleştirileri, Rıza
Nur’un belden aşağıya vuran eleştirileri, Kâzım Karabekir, Fevzi Çakmak, Ali
Fuat Cebesoy ve Ali İhsan Sabis Paşalar gibi askerî erkânın eleştirisi… Bunlar,
daha anlaşılabilir türden eleştiriler gibi geliyor bize. Gerekçeleri daha makul
sanki. İsmet İnönü’nün Atatürk eleştirisini ise yeterince bilmiyoruz / bilemiyoruz.
Ancak aralarında bir şeyler olduğu kesindir. Zira İnönü, Atatürk’ün sağlığında
Başbakanlıktan azledilmiş, yerine Celâl Bayar Başbakan olmuştu. Atatürk’ün son
döneminde Başbakan Celâl Bayar’dı. İnönü döneminde Atatürk’ün resminin paradan
kaldırıldığını biliyoruz. Bunlar sıradan şeyler olmasa gerektir.
Marksist-sosyalist
kesimin Atatürk eleştirisi ise tamamen ideolojiktir. Mehmet Ali Aybar, Behice
Boran, Sadun Aren, A. Nihat Sargın, Mihri Belli ve Sencer Divitçioğlu;
yaşayanlardan Mete Tunçay, Korkut Boratav ve Murat Belge gibi isimleri
sayabiliriz. Bu kesim, sistemli, bilinçli ve bilimsel tarzda Atatürk eleştirisi
yapmaya çalışmıştır. Çünkü Atatürk’ü sosyalizmin önünde büyük bir engel
görmüşlerdir. 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra bu kesimin alt kuşakları
olan bir grup akademisyen ve gazeteci, Ermeni ve Kürt meselesi üzerinden
Atatürk, devlet ve ordu eleştirilerini yoğunlaştırarak sürdürmüştür.
Eleştirileri Batıda karşılık bulan ve Batı medyası tarafından desteklenen tuzu
kuru bu çevre, Türk siyasî hayatına her zaman külfet olmuştur. Müslüman camia
da önüne arkasına bakmaksızın, doğrusunu yanlışını tartmaksızın bu kesim ve
çevrenin eleştirilerinden sonuna kadar beslenmiş ve faydalanmıştır.
Bir
de ideolojik Atatürkçüler vardır. Sırtını devlete, askere, sermayeye ve medyaya
dayayan ve oradan Atatürkçülük yapanlar, lâikliği amansızca savunanlar.
Atatürk’ü putlaştıranlar. Atatürk üzerinden siyaset yapanlar ve rant
devşirenler! İlginçtir İslâmcı kesimle bu kesim yıllarca birbirini besleyip
durmuştur.
Arada
kalan ve Atatürk gerçeğini gören; yanlışını yanlış, doğrusunu doğru kabul edip
devlet-millet-vatan için gerçek önemini kavrayan bir avuç aydın, az sayıda
bürokrat ve asker, sağduyulu geniş halk kitlesi maalesef sesini duyuramamıştır.
Cılız bir ses olarak arada kalmışlar, anlaşılmamışlar yahut da diğerlerince
hafife alınmışlardır.
Tarihsel
seyre genel olarak bakıldığında Türkiye’de Atatürk eleştirisi / karalamasının
arkasında bir “İngiliz parmağı” olduğu görülmektedir. Bizce Atatürk
muhaliflerinin İngiliz / ABD dostu olması tesadüf değildir. Sonra İngiltere
merkezli belge servisleri… Atatürk’ü eleştirirken esasında altı oyulmak istenen
Türk devletidir. Orta Doğu’yu karıştıran, ABD’yi ve İsrail’i yöneten ama
kendini göstermeyen o meşhur “İngiliz parmağı”! Geniş cepheli bir Atatürk
düşmanlığı, kesinlikle İngiliz siyasetinin bir ürünü olsa gerektir. Bu arada
Norveç’te Kasım 2017’de düzenlenen NATO tatbikatında karşıt kuvvet ülke
liderlerinin fotoğrafları arasına Atatürk’ün ve karşıt kuvvet liderlerini destekleyenler
arasına Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yer alması bir tesadüf eseri
olamaz.
15
Temmuz 2016’da meydana gelen darbe girişiminin devlet-millet dayanışmasıyla
etkisiz hâle getirilmesi, Türkiye üzerinde kurgulanan birçok oyunun bozulmasına
yol açmıştır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, darbe girişiminden sonraki
hemen her konuşmasında “rabia” vurgusunu (tek millet, tek bayrak, tek vatan ve
tek devlet) tekrarlamıştır. Ardından Cumhuriyetin kurucu değerlerini öne
çıkarmıştır. Son olarak da 2017 yılındaki 10 Kasım konuşmasında “Atatürk’ü
sadece anmakla kalmamalı, anlamaya da çalışmalıyız.” demiştir. Bu da bize yeni
bir Atatürk algısıyla karşı karşıya olduğumuzu ya da ilk defa Atatürk konusunda
toplum olarak bir normalleşme süreci yaşamaya başladığımızı göstermektedir.
Müslüman camiayı uyandıran, ideolojik Atatürkçüleri boşa çıkaran ve
Marksist-sosyalist kesimi deşifre eden bir çıkıştır bu. Bu yaklaşımın
sulandırılmadan sürdürülmesi gerekir. Çünkü bu yaklaşımı sulandıranlar asla
masum olamaz. Türkiye’de ilk defa devlet-millet bütünleşmesi bu denli derinden
gerçekleşmektedir. Zira Türkiye’nin bugünkü şartlarda böyle bir bütünleşmeye
her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır.
Malûm
olduğu üzere Türkiye, Fırat Kalkanı Harekâtı (2016), Zeytin Dalı Harekâtı
(2018), Pençe Harekâtı (2019), Barış Pınarı Harekâtı (2019) ve Bahar Kalkanı
Harekâtıyla (2020) sınırlarının ötesinde, Suriye ve Irak topraklarında kendine
yönelik tehditlere askerî gücüyle güçlü ve sonuç alıcı bir müdahalede bulunmuş
ve bu mücadele hâlen bütün cephelerde devam etmektedir. 2019’da Libya ile
imzaladığı mutabakat muhtıralarla Akdeniz’de oynanmak istenen oyunları bozmuş
ve Doğu Akdeniz’de Türk arama ve sondaj gemilerinin güvenliğini garanti altına
almıştır. ABD ve İsrail’in nihaî anlamda Türkiye’yi hedef alan Orta Doğu’daki
yeni parçalama ve paylaşım politikalarına karşı oyunları bozan güçlü bir direnç
göstermiştir.
PKK
/ KCK / PYD-YPG, FETÖ / PDY ve DAİŞ ile DHKP-C gibi terör örgütlerine yönelik
içeride ve dışarıda etkin bir mücadele ortaya koymuştur. Bütün bunları yaparken
müttefiki saydığı / bildiği ülkeler âdeta olayı dışarıdan seyretmiş; kimse
Türkiye’nin yanında yer almamış, üstelik terörle mücadelesini insan hakları
üzerinden insafsızca eleştirmiş, teröristleri korumuş ve kollamış; onlara
lojistik ve siyasî destek sağlamıştır. Böylece Türkiye’yi yalnızlaştırmak ve
haklı mücadelesinde zaafa uğratmak istemişlerdir. Hatta Türkiye, Yunanistan
gibi eski tehdit cephelerinin tahrikleriyle yeniden karşılaşmaya başlamıştır.
Millî Mücadeleden bu yana hiç olmadığı kadar bir güvenlik ve beka sorunuyla
karşı karşıya gelmiştir. Bu bağlamda Türkiye, Atatürk’ün formüle ettiği “Yurtta
sulh, cihanda sulh” ilkesini âdeta yeniden keşfetmiş ve uygulamaya koymuştur.
Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan, Atatürk’ü hedef gösterip onun üzerinden Türk Silâhlı
Kuvvetlerini yıpratmak ve bu yolla Türkiye’yi zayıflatmak isteyen cepheye karşı
ortaya koymuş olduğu yeni Atatürk algısıyla oyunları bozan bir yaklaşım
sergilemiş ve Türkiye’nin ciddî bir güvenlik ve beka sorunuyla karşı karşıya
olduğunu, bunun için millet olarak birlik ve beraberliğin önemini kavrayıp
devlete sahip çıkmak gerektiğini geniş toplum kitlelerine anlatmaya
başlamıştır. Artık millet, terör örgütleriyle mücadelenin bir savunma hattı
olduğunu, ülkenin etnik gerçekliğini, milletin dinî duygu ve kültürel
farklılıklarını yani millî ve manevî değerlerini istismar ederek ülkesini
zayıflatmak ve sonunda yıkmak isteyen cepheye karşı topyekûn bir uyanış
yaşamaya başlamıştır. Bütün toplumda millet ve devlet varlıklarımıza karşı yeni
ve güçlü bir hassasiyet gelişmiştir. Bu anlayışla Anayasa değişikliği yapılmış,
hükûmet sistemi değiştirilmiş ve seçimler gerçekleştirilmiştir. Türkiye,
vesayet girdabından kurtularak anlayışını ve kadrolarını yenileme yoluna girmiştir.
Ekonomisini, ticaretini, kalkınmasını ve savunma sanayiini elden geçirmeye
çalışmaktadır. Eğitim ve kültür alanlarındaki eksik ve ihmallerini görmüştür.
Büyük tarih sahibi büyük bir millet ve büyük bir devlet olduğuna inanmış ve
bunu dünyaya göstermiştir. Mazlum milletlerin umudu olmayı bir kez daha hak
etmiştir.
Türkiye’nin
yeni tip koronavirüs (Covid-19) salgınına karşı içte ve dışta gösterdiği büyük
başarıyla siyasette ve uluslararası ilişkilerde yaşadığı tıkanıklıkları aşmada
yakaladığı tarihî bir fırsatın eşiğindeyken bu konular üzerinde soğukkanlılıkla
ve açık yüreklilikle konuşmaya değmez mi? Zira insanlık, yeni tip koronavirüs
(Covid-19) salgınından sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı; bütün
dengeler, sınırlar ve düzenlerin değişeceği, her şeyin yeniden kurulup
şekilleneceği bir dünyaya adım atmak üzeredir. Bundan böyle dünyada bir
taraftan dijitalleşme hızlanırken bir taraftan da toprağa, aileye ve dine bağlı
bir hayat önemini artıracak; beslenme, barınma, iletişim, eğitim, savunma ve şehirleşme
düzeni yeniden şekillenecektir. Zevkler, alışkanlıklar, değerler, anlayışlar ve
hedefler değişecek; bilim ve teknoloji, ekonomi ve ticaret, savaşlar ve
çatışmalar artık başka şekillerde icra edilecektir. Eski dünyada giderek
yalnızlaşan insan, belki yeniden kendini keşfetme imkânına kavuşacaktır.
Kendisiyle, çevresiyle, varlıkla, tabiatla ve yaratıcıyla barışacak, gerçek
şahsiyet sahibi olacaktır. Bu umudun önünü tıkayan bütün safraların artık
kesinlikle atılması gerekmektedir.
Bu
sebeple 2023’e yaklaşırken Atatürk’ü kısır tartışmaların konusu olmaktan
çıkarmalı ve kutuplaşmaya teşne çevrelere malzeme etmemeliyiz. Onu doğru
anlamaya, istismar etmemeye, verdiği mücadeleyi kavramaya, tasavvur ettiği
hedefleri daha ileriye götürmeye, büyük düşünmeye ve gerçekçi olmaya
çalışmalıyız. Önümüze gelen tarihî fırsatları bu defa da gölgemizle savaşarak
kaçırmamalıyız. Bu hataya geçen yüzyılda birkaç kez düştük, artık bu yüzyılda
tekrar düşmemeliyiz.
KAYNAK: Mehmet Erdoğan / Atatürk’ü Doğru Anlamak
Sorunu Üzerine (yorungedergi.com, 7 Haziran 2020).
Dünyanın merkezi bölgesinde bir
Türk devletinin kuruluşunda son derece
etkili olmuş olan bu iki isim, tarihsel süreç içerisinde bir dönem beraber
bulunmuşlar ve bu dönemde bir işbirliği içerisinde olarak geleceğe
dönük planlarının Anadolu üzerinde gerçekleşebilmesi için çaba göstermişlerdir . Günümüz
koşullarında her yönden eleştiri konusu olan Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu
sırasında son derece etkin olmuş olan bu
iki isimin beraberce ele alınarak ortak bir değerlendirme içerisinde ele
alınmasının bugünün tartışmaları
açısından yararlı sonuçlar vereceği
düşünülebilir.
Türk devletinin kuruluşundan
doksan yıl sonra, kuruluş sırasında etkin çalışmalar yapmış olan bu iki isim
arasındaki bağlantının siyasal yönleriyle ortaya konulmasında , Anadolu’da bir Türk devletinin kuruluşunun
arkasında yatan nedenlerin belirlenmesi açısından zorunluluk vardır . Anadolu’da Türk devletine
karşı çıkanlar , eski imparatorluk coğrafyasından göç eden bir
çok topluluğun bugün Türkiye’de birarada
yaşadığını öne sürerek , bir Türk
ulusundan sözedilemiyeceğini ve bu doğrultuda
Türk ulusu olmadığı için de , Türklerin kurmuş olduğu bir Türk devletinin
gerçeklere uymadığını açıkca savunmaktadırlar . Bu nedenle son zamanlarda
başta iktidar partisinin ileri gelenleri
olmak üzere Türk kimliği rededilerek , yeni bir kimlik türü olarak Türkiyelilik gibi
bir kavram öne çıkarılmaktadır . Küresel emperyalizmin güdümüne girerek,
Yeni Bizans, Büyük İsrail ya da Yeni
Orta çağ gibi plan ve projelere angaje olanlar, merkezi alandaki Türk devletini ortadan
kaldırabilmek için redettikleri Türk kimliğinin silinmesi sürecinde
Türkiyelilik kimliğini bir ara yaklaşım
olarak geliştirmeğe çalışmaktadırlar . Bütün bu gibi saçmalıkların sona
erebilmesi için , Türkiye Cumhuriyetinin
kuruluşuna öncülük eden iki büyük isimin beraberce ele alınarak bugünün
koşullarında yeniden değerlendirilmeleri gerekmektedir .
Anadolu’da Türkçülüğün öncüsü
Yusuf akçuraTürk devletinin kurucusu da Mustafa Kemal Atatürk’tür . Eğer bugün
bu topraklarda Türkiye Cumhuriyeti adı altında bir Türk ulus devleti varsa , Türk
ulusunun fertleri böylesine bir oluşumu bu iki büyük öndere borçlu
bulunmaktadırlar . Türk ulusunun bütün bireyleri , ulusal eğitim programı içerisinde devletin kurucusu Atatürk ile ilgili her
konuyu öğrenmelerine rağmen , ne
yazıktır ki , Osmanlı imparatorluğunun
son dönemlerinde Türkçülük akımını bu
topraklara getiren Türkçülüğün öncülerinden
habersiz kalmaktadırlar .
İsteyen bu konularda kütüphaneler dolusu
kaynaklara erişebilmektedir ne var ki eksik eğitim sistemi nedeniyle Türkçülük
akımının öncüleri ile bilgiler, eğitim
sistemi içerisinde yeni kuşakların bilgilerine sunulmamaktadır . Atatürk
ile ilgilinen ve kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan bir çok kişinin bu
nedenle Türkçülüğün öncülerini bilmedikleri hele Yusuf Akçura’yı tanımadıkları görülmektedir . Türkçülük denilince akla önce Ziya Gökalp gelmekte ama , Türkçülüğü bu ülkeye getiren Yusuf Akçura ile
beraber İsmail Gaspıralı, Zeki Velidi
Togan, Sadri Maksudi Arsal ve Ahmet
Ağaoğlu hatırlanmamaktadır .
Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşı
olarak kendilerini Türk kimliği tanımlayan Türk vatandaşlarının, Türkçülüğün öncülerini
ve tarihini bilmemesi bu ülkede çok ciddi bir bilgi eksikliği yaratmıştır . Türkçülüğün
kurucularının bilinmemesi, Atatürk’ün
neden Türk devleti kurduğunun halk
kitlelerince anlaşılamamasına yolaçmıştır . Balkanlar’da doğmuş ve büyümüş bir
Mustafa Kemal’in Osmanlıların Balkanlar’dan
kovulmasından sonra, Anadolu yarımadası üzerinde bir Türk devleti kurmasının
arkasında , Yusuf Akçura ve
arkadaşlarının başlatmış olduğu Türkçülük
akımının önemli bir rolü bulunmaktadır . Türkçülük olmasa Atatürk ve
Atatürkçülük de olamazdı .
Yusuf Akçura ve
arkadaşlarının Kırım üzerinden Türkçülük
akımını İstanbul’a taşımalarından önce , Avrupa ülkelerine giderek yabancı eğitimi
alan gençlerin Osmanlı devletinde başlatmış oldukları JönTürk hareketinin de
ülkenin geleceğinde önemli rolleri olmuştur . Yeni Osmanlı hareketi tutmayınca yerini JönTürk akımı
almış ve Avrupa ülkelerindeki ulus
devlet akımı bu topraklara yansıyınca , çok uluslu
siyasal yapıdan tek uluslu bir ulus devlete yönelirken , ikinci Meşrutiyet yıllarında Yusuf Akçura ve arkadaşlarının önce Türk
cemiyeti sonra da Türk Ocakları aracılığıyla önemli ölçüde katkıları olmuştur .
Jön Türk akımının yaratmış olduğu ortamı
iyi kullanan Türk Ocakları örgütlenmesi , Yusuf Akçura’nın önderliğinde imparatorluktan
ulus devlete geçişi gerçekleştiren
siyasal odaklar olmuştur . Kırım doğumlu Tatarlar’ın öncülüğünde
kurulmuş olan Türk Cemiyeti ve Türk Ocakları , çok
kültürlü bir toplum yapısından sonra ulus devlete geçişte ana merkezler olarak hareket etmişler ve
ülkede emperyalizme karşı verilen ulusal
kurtuluş savaşının öncülük misyonunu
yerine getirmişlerdir . Yusuf Akçura bütün bu oluşumların başlatıcısı olarak Türk tarihinde önemli bir
yere sahip olmuştur .Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna giden yolda Yusuf
Akçura’nın önemli bir kilometre taşı olduğu
hatırlanırsa , günümüzün bir
çok tartışmasına açıklık
getirilebilecektir . Atatürk gibi bir ulusal devlet kurucusu önderin tarih
sahnesine çıkışının perde arkasında , yılların Türkçülük birikiminin taşıyıcısı ve
bu topraklara getiricisi olan Yusuf Akçura’nın önde gelen bir rolü
bulunmaktadır .
Atatürk ile aşşağı yukarı benzer tarihlerde doğan ve yaşayan Yusuf
Akçura, bir Tatar
Türk ailenin evladı olarak
Tataristan’ın başkenti olan Kazan kentinde doğmuştur . Kazan asıllı bir
Tatar olmasına rağmen yaşamının önemli bir kısmı Kırım ve Rusya’nın çeşitli
kentlerinde geçmiş ve daha sonraki aşamada da
kuzey bölgelerinde elde ettiği Türkçülük birikimini güneye taşımak
üzere İstanbul’a gelmiştir . Rusya’da
I905 devriminde milliyetçi bir önder
olarak rol aldıktan sonra , 1908 tarihinde ikinci meşrutiyetin ilan edilmesi
üzerine İstanbul’a gelerek önce Türk Cemiyetini sonra da Türk Ocakları’nı
kurmuştur . Eski Hazar İmparatorluğu döneminden
kalma önemli bir Türk asıllı nüfusun Rusya’da yaşaması nedeniyle , Yusuf Akçura’nın yaşamı Rusya ve Türkiye arasında gidip gelmelerle
geçmiş ve her iki ülkedeki Türk potansiyelinin
beraberce varolabilmesi ciddi bir PanTürkçülük
akımını Yusuf Akçura geliştirerek savunmuştur . Rus Çarlığı ve
Osmanlı İmparatorluğu çatıları altında yüzyıllarca yaşayan Türk asıllı
kitlelerin biraraya gelerek ortak bir büyük Türk devletini tarihte olduğu gibi
yeniden kurmaları , Yusuf Akçura ve arkadaşlarının amacı olmuş ve bu doğrultuda
başlattıkları Türkçülük çalışmalarını Pan Türkizm doğrultusunda geliştirerek
sürdürmüşlerdir .
Fransız devrimi sonrasında
başlamış olan milliyetçilik cereyanlarının
Rusya’ya ulaşması Ruslar’da güçlü
bir milliyetçilik başlatmış , Rus
olmayanlara karşı baskılar artınca
Tatarların öncülüğünde bütün Türk asıllı boyları içine alan geniş ve
güçlü bir türkçülük akımı rusya topraklarında
Rus milliyetçiliğine karşı başlatılmıştır . Rusların Ortodoks fanatizmi
ile karşılarına aldığı Yahudi toplulukları da ülkede denge kurabilmek üzere
Türkçülüğü desteklemişler ve bu yoldan
Rus milliyetçiliğinin aşırılığa
kaçması önlenerek birlikte yaşamın
yolları aranmıştır . Ne var ki , Rus
milliyetçilerinin önce Yahudi soykırmına yönelmeleri daha sonra da
Tatarları ülkeden kovmaya yönelmeleri üzerine tatarların öncülüğünde
başlatılan Türkçülük hareketleri kısa
zamanda gelişerek bölgenin geleceğin de
gene eskisi gibi Hazar devleti zamanındakine benzer biçimde etkili olmağa başlamıştır . Ne var ki , Rus milliyetçiliğinin daha sonraları
emperyalizme yönelmeleri üzerine önce
Tatarlar ve Türkler ve daha sonra da
Çerkezler bulundukları
bölgelerden kovulmuşlardır . Rusya’dan
kovulanlar güneye inerek Ak ülke olarak
gördükleri Anadolu topraklarında yerleşmeğe başlamışlar, Birinci Dünya Savaşı sonrasında bu bölgede bir Türk devletinin kurulabilmesi
için canları ve başlarıyla çalışmışlardır . Yusuf Akçura ve Tatar asıllı arkadaşları, Türkçülüğün kuzeyden güneye inmesinde
ve Ak ülkede bir Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda önde gelen bir taşıyıcı
rolü yerine getirmişlerdir. Bir anlamda Atatürk’ün bir Türk devleti
kurmak üzere tarih sahnesine çıkmasına
giden yolu açmışlardır .
Yusuf Akçura Türkiye’ye
yerleştikten sonra zman zaman Rusya ve
Avrupa ülkelerine giderekm dünyadaki siyasal hareketleri hem izlemiş hem içinde
olmağa çalışmıştır . Bu nedenle Rusya ve Osmanlı ülkesini çok yakından izleyerek
hareket etmiş ve Avrupa ülkelerindeki
çalışmaları da yakından izleyerek bunlardan yararlanmanın çabası içerisinde
olmuştur . Bir anlamda ondokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla geçilirken , dünyadaki değişimi kavramağa ve bu sürecin içinde yer alarak değişimi Türkçülük doğrultusunda yönlendirmeğe
çalışmıştır . Ruslar ile Türkler arasında yaşanan savaşları ve gerilimleri
yakından izleyen Akçura , Avrasya bölgesinde yaşamakta olan bütün Türk
asıllı toplulukları biraraya getirecek
PanTürkizm akımını geliştirmeyi hedeflemiştir .Avrupa ülkelerinde Jön
Türkler ile tanışan ve onlarla ortak çalışmalar yapan Yusuf Akçura , Türkçülük birikimini bu genç kadro aracılığı
ile Osmanlı ülkesine taşımak istiyordu .
Rusya’daki Tatar topluluğunun
erken uyanması ve gelişmesiyle öne çıkan Türkçülük birikimini Akçura Jön
Türklere aktarmak ve bunları örgütleyerek bütün Avrasya bölgesine yönelik
bir PanTürkizmin hazırlığını yapıyordu .
Tatar reformculuğunun getirdiği Türkçü birikim Osmanlı devletinde Osmanlıcılık
akımından Türkçülük akımına geçişi sağlıyordu . Dilde , fikirde ve işte
birlik ilkesi doğrultusunda, Türk kökenli toplulukların biraraya gelmeleri
ve ortak hareket ederek bir Büyük Türk Birliğini gerçekleştirmeleri düşünülüyordu . Rusların Panslavizmine ve
Ortodoksçuluğuna karşılık PanTürkizmin de aynı zamanda Panislamizm ile
işbirliği yapması gerektiği düşünülüyordu . Böylece Almanya’nın elinden Panislamizm akımı alınarak Rusya’nın Pan Ortodoksculuğuna karşı Avrasya bölgesinde etkinliği artırmak üzere
kullanılması planlanıyordu .Yusuf Akçura hem Rus emperyalizmine hem de Avrupa
ülkelerinin Avrasya’ya girmelerine karşı Türklerin ve müslümanların beraberce
ortak hareket etmelerinden yana bir PanTürkizm çizgisi izliyordu . İşin içine
müslümanlar da girince Türkçülük akımının çalışma alanı kendiliğinden Rusya’dan
Osmanlı ülkesine kayıyordu . İslamcılığın yanısıra kültürel milliyetçiliğin de
savunulması emperyalist saldırılara karşı daha
güçlü bir Türkçülük akımının öne çıkmasına yardımcı oluyordu . Böylece
savaş sonrasında bir Türk devletinin kurulabilmesinin şansı artıyordu .
Üç tarzı siyaset ismini taşıyan
makaleyi Mısır’ın başkenti Kahire’de yayınlanan bir dergide Yusuf Akçura kamuoyunun dikkatlerine
sunduktan sonra , merkezi coğrafyada
Osmanlı devleti sonrası yeni siyasal yapılanma
bu yazı doğrultusundaki tartışmaların etkisiyle biçimlenmeye başlamıştır
. Osmanlıcılığın olamıyacağı belirlenince
İslamcılık denenmek istenmiş ama buna da gayrimüslim kesimler karşı
çıkınca geriye tek alternatif olarak Türkçülük kalmıştır . Hırıstıyan Balkan
ülkelerinin elden gitmesinden sonra Abdülhamit’in Şam merkezli bir İslyam
İmparatorluğunu Anadolu ve Arap yarımadası üzerinde kurmağa çalışmasına Almanlar destek verince ,
İngilizlerin desteği ile
Selanik’ten Hareket ordusu İstanbul’a
gönderilerek Abdülhamit’in tahttan
indirilmesi sağlanmış , İngiliz gizli servislerinin örgütlemesiyle
Arnap milliyetçiliği öne cıkınca , islama dayanan bir büyük devletin Orta Doğu’da
kurulabilmesi ihtimali devredışı kalmıştır . Üç tarzı siyasetin ikincisi olan
İslamcılık akımı da böylece devredışı kalınca , bu kez üçüncü yol olarak Türkçülük akımı öne
geçmiş ve Yusuf Akçura’nın örgütlediği Türk Ocakları sayesinde Türkçülük akımı Anadolunun her köşesinde hızla
örgütlenerek geleceğin Türkiye Cumhuriyetinin temelleri atılmıştır .
Tarihsel süreç içerisinde Üç tarzı
siyasetten tek tarzı siyasete geçiş kendiliğinden meydana gelmiş ve Türkçülük
Osmanlı sonrası dönemde merkezi topraklarda tek geçerli düşünce akımı olarak
yeni kurulacak devletin siyasal yapısını
belirlemiştir . Faydacı ve pragmatik bir
düşünce yapısına sahip olan Yusuf Akçura gerçekleşemeyecek hayaller yerine , gerçekleşebilecek
hedeflerle uğraşmaya öncelik vermiş ve onun bu gerçekci tutumu nedeniyle kısa
zaman sonra bir Türk devleti dünyanın merkezinde kurulmuştur . Kahire’de
yayınlanan Türk isimli gazetede yayınlanan üç tarzı siyaset makalesi , Osmanlı sonrası için bütün merkezi bölge
halklarına ve ülkelerine bir anlamda yön gösteriyordu . Bir Osmanlı milleti
yaratılamayınca , geniş alanlara yayılmış
Türk asıllı toplulukların sahip olduğu Türk kimliğinde birleşilmesi en gerçekci
yol olarak görülüyordu . Yusuf Akçura
dilleri , ırkları, gelenekleri, kültürleri ve dinleri aynı olan bütün Türklerin
birliğini savunarak, bir büyük Türk
imparatorluğunun yeniden oluşabilmesi için
yoğun çaba harcıyordu . Türk dünyasını hedef alırken Türklüğü ve Türkçülüğü geliştirmeğe
çalışıyor , güçlü bir Türkçülük akımı
sayesinde büyük bir Türk devletinin kurulabileceğini öne sürüyordu .
Akçura sayesinde PanTürkizm akımı
Osmanlı İmparatorluğu sonrası için Türklere ve Müslümanlara bir gelecek planı
sunuyordu , o da bir büyük Türk devletinin çatısı altında
biraraya gelmekti . Osmanlı İmparatorluğunun çok uluslu yapısı çerçevesinde
Türkçülük ya da PanTürkizm akımı
değerlendirildiğinde gayrimüslimlerin
böylesine doğu kökenli bir akımın uzağında durmağa çalıştıkları
görülüyor , hırıstıyan toplulukların
dışlandığı bir aşamada müslüman kökenli
topluluklar Türk kimliği çatısı altında biraraya gelmeğe davet ediliyorlardı .
Bu aşamada Yahudiler ikiye ayrılıyor , bir kısmı gizlice Yahudi kimliğini sürdürme
yolunu seçerken , daha büyükçe bir
kesimi de dönmeliği kabül ederek
müslüman toplum içerisinde bu toplumun kurallarına ve geleneklerine göre
yaşamayı ilke olarak kabül ediyordu . Osmanlılar imparatorluk topraklarından
geri çekilirken , merkezi ülke konumuna gelen Anadoluya bir çok yerden milyonlarca insan göçediyor ve göçmenler de
Türk kimliği çatısı altında yaşamayı, kendi gelecekleri ve güvenlikleri açısından
doğal karşılıyorlardı . Böylece , Birinci Dünya Savaşı sonrasında Sevr
antlaşmasının imzalanması üzerine Hırıstıyan ülkeler Anadoluyu işgale yöneliyorlar , göçeden müslümanlar Türk kimliği altında emperyalizme
karşı savaş veriyorlar, dinlerinden
dönmüş görünen Yahudi toplulukları da Hırıstıyanlara karşı müslümanların
yürüttüğü ulusal kurtuluş savaşını destekleyerek bağımsız bir Türk devletinin kuruluşunu , bölgedeki Arap ve Rus nüfus çoğunluğuna karşı
denge oluşturabilmek doğrultusunda destekliyorlardı .
Rusya’daki milli hareketin
başından Anadolu’daki Türkçü harketin
başına geçen Yusuf Akçura , bütün bu
gelişmelerde ön planda etkili oluyordu . Yeminindeki Osmanlı ve İslam
kavramları nedeniyle , İttihat ve
Terakki Cemiyeti üyeliğini kabül etmeyen Yusuf Akçura , tıpkı Atatürk gibi bu cemiyete uzak duruyor ve İttihatçıların
orducu tutumlarına karşı daha halkçı bir örgütlenmeyi Mustafa Kemal
gibi askeri kesimin dışında kalarak gerçekleştirmeğe çalışıyordu . Zaman
içerisinde Jön Türkler ile de ters düşen Akçura daha bağımsız ve gerçekci
düşüncelerle Türkçülük akımını geçerli kılmağa çalışıyordu . Ulusal kurtuluş
savaşı sonrasında Atatürk’ün hızla sivil
bir rejim kurmasında ve orduyu siyasetin
dışına çekmesinde böylesine bir tutumun
fazlasıyla yararı olmuştur .
Atatürk’ün gerçekleştirdiği
Kemalist devrime kadar batıcı ve
yenilikçi hareketler hep Tanzimat döneminin birer uzantısı olarak gündeme
gelmiştir . Jön Türkler’de kendilerini Tanzimatın modernleşmeci kadrosu olarak
gördüklerinde , Yusuf Akçura bu duruma karşı çıkarak Atatürk gibi daha kökten bir reformculuğu
savunmuştur . Atatürk Tanzimatın tatlı su reformculuğundan uzaklaştıkça , bir Türk devletinin çatısı altında ulusal
siyasal yapılanma için kökten reformcu
girişimler zorunlu olmuştur . Tanzimat ülkede halk ile aydınlar ve zengin
burjuvazi arasında ikilik yaratınca bir
Türk ulusu yaratabilmenin çabası içinde olan Yusuf Akçura ve arkadaşları halkın
içinde ve yanında olmuşlardır . Dili , dini ve kültürü bir bütün olan Türk
dünyasının büyüklüğünü savunan Yusuf
Akçura , böylesine bir hedefi gerçekleştirebilmek
üzere , Rusya’daki Tatarların erişmiş
oldukları gelişmişlik düzeyini Türkiye’ye taşıyabilmenin arayışı içine giriyordu . Osmanlı Türklerinin
Rusya’da yaşayan kardeşlerinin
gelişmişlik düzeyini örnek almaları gerektiğini sürekli olarak savunan Akçura ,
çıkardığı dergiler ve yazdığı makaleler
aracılığı ile bu durumu Anadoluya
taşıyabilmenin mücadelesini yapıyordu . Akçura’nın
bu çabaları sonucunda , Ziya Gökalp Üç tarzı siyaset benzeri bir kitabı kaleme alıyor ve bunun adını da”
Türkleşmek , İslamlaşmak ve Muassırlaşmak “ biçiminde belirleyerek Akçura’nın izinde bir çizgi izliyordu . Ziya
Gökalp’in devreye girmesiyle beraber Akçura yalnızlıktan kurtuluyor ve Türkçü çizgide bir kadro oluşumu gerçekleştirilerek
, toplumun hızla Türkleştirilmesi sağlanıyordu .
Osmanlı İmparatorluğunun son
dönemlerinde başlamış olan PanTürkizm akımı , Türkiye Cumhuriyetinin
kuruluşundan sonra Kemalist Türkiye’ye
yardım ve katkı misyonunu üstleniyor ve
Türk dünyası için örnek ülke olarak kurulmuş olan Türkiye cumhuriyeti
üzerinden PanTürkizm akımını sürdürmek
aşamasına geliniyordu . Anadolu’da bir milli devletin Türkiye cumhuriyeti
olarak kurulmasında son derece önemli
katkılar sağlamış olan Yusuf Akçura , sonraki aşamalarda Kemalist Türkiye’nin hızla gelişebilmesi
için çalışmalar yapıyordu . Osmanlı
sonrasında batı dünyası için gündeme gelmiş olan Doğu sorunun çözümünde Türkiye
merkezli bir yolun izlenmesi için Yusuf Akçura öne çıkıyor ve Türk ile Slav
toplulukları arasında sürüp gelmekte olan çekişmenin çözüme kavuşturulabilmesi
için, güçlü bir Türkiye’nin
yaratılmasına öncelik veriliyordu .
Anglosaksonların, Fransızların, hırıstıyanların
ve Rusların bölgedeki hesaplarına karşı
Türklerin güçlenebilmeleri için Almanya ile işbirliği yapmaları
düşüncesi Akçura’ya tıpkı Abdülhamit ve İttihat Terakki gibi cazip geliyordu . Dar
kapsamlı Tatarcılık yerine geniş kapsamlı bir Türkçülüğü Türk dünyasının geleceği açısından daha doğru bulan Yusuf
Akçura , Türkiye Cumhuriyetini böylesine
güçlü bir yapılanmanın merkez ülkesi olarak görüyordu . Bu nedenle devletin ve
yeni Türk üniversitesinin kuruluş çalışmalarında yer almış Ankara’daki devleti
desteklemek üzere Ankara Hukuk Fakültesi ile Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde
dersler vererek , yeni Türk devletini yönetecek güçlü kadroların yetişebilmesi
için çaba gösteriyordu .Ankara ve İstanbul’da
yapılan bilimsel toplantılara delege olarak katılarak , yeni
Türk devletinin bilimsel açıdan güçlenebilmesi doğrultusunda yoğun çaba
harcıyordu . Devleti kuran partiye üye olarak önce İstanbul ve daha sonra
da Kars milletvekili olarak Türkiye
Büyük Millet Meclisinde görev yapmıştır .
Bu arada , dil ve
tarih kurumlarının kuruluş çalışmalarına katıldı , daha sonra da Türk Tarih Kurumu başkanlığına
seçildi . Böylece, Yusuf Akçura sahip
olduğu bütün bilgi birikimini hem bilimsel kurumlarda hem siyasal organlar da
Türkiye’ye aktararak kısa zamanda türkiye Cumhuriyetinin önemli bir gelişme
göstermesine ciddi katkılar sağlamıştır
. Bu tür çalışmalarla Cumhuriyetin onuncu yılı büyük coşkularla kutlanmıştır . Yusuf
Akçura almış olduğu bilimsel ve siyasal görevler aracılığı ile Kemalist hareket
içinde bir nefer olarak görev yaptı ve
bütün birikimini Atatürk’e bir danışman olarak aktarma fırsatını buldu .
Türkiye Cumhuriyetinin
kurucusunun az zamanda büyük işler
başarmasında Yusuf Akçura gibi önemli bir siyasal ve bilimsel birikime sahip
olan danışmanın katkıları büyüktür .
Akçura Rusya ve Avrupa ülkelerinde edindiği bilgileri ve gördüklerini sürekli
olarak Mustafa Kemal’e aktararak O’nun
bir Türk devleti kurarken tarihsel bilgi birikimine uygun olarak hareket
etmesini sağlamıştır . Atatürk’ün büyük başarılarının perde arkasında var olan
önemli uzmanlardan birisinin de Yusuf Akçura olduğu söylenebilir çünkü , cumhuriyetin ilanından ölümüne kadar uzun bir süre parlamentoda milletvekili olarak hep ön
sıralarda yeralmıştır .
Atatürk , ulusal kurtuluş savaşı sonrasında bir Türk
devleti kurmayı kabül etmiş ama Yusuf Akçura’nın PanTürkizm düşüncesini
benimsememiştir . Daha çok bir ideale dayanan bu yaklaşım , Anadolu coğrafyasının jepolitiğine o dönemin
koşullarında pek uygun düşmüyordu . Bir asker olan Atatürk , jeopolitiğin inceliklerini iyi bildiği için
bir bilim adamı olan Yusuf Akçura’dan bu
açıdan ayrılıyordu . Atatürk daha işin başında Türkiye Büyük Millet Meclisini
açış konuşmasında Pantürkizm, Panislamizm ve de PanTuranizm gibi yayılmacı akımlardan uzak kalacaklarını , yalnızca Misakı milli sınırları içerisinde egemenlik
haklarını savunacaklarını , kesinlikle Osmanlı İmparatorluğu gibi emperyalist
bir politika uygulamıyacaklarını söyleyerek , Yusuf Akçura’nın bütün Türk dünyasını biraraya
getirme hedefinden uzaklaşıyordu . Türk
devletinin halkçı ve çoğulcu bir yapıya dayanması gerektiğini savunan Akçura , ise
geleceğe dönük olarak Türk dünyasının birlikteliğini Sovyetler Birliği emperyalizmine karşı
savunuyor ve yaptığı tarih araştırmaları ile Türk dünyasının sosyalist rejime
karşı ayakta kalabilmesinin hazırlıklarını yürütüyordu . Akçura’nın yasal
olarak vatandaşı olduğu Kemalist devlet ,
O’nun özlemlerini tam olarak
yansıtmıyordu ama gene de geleceğe dönük
olarak çalışmaların sürdürülmesi gerektiğine inanarak , Türkiye’de kalmağa ve çalışmalarını ısrarla kamuoyuna taşımağa
kararlı görünüyordu . Yaratacısı olduğu PanTürkizm’in gerçekleşemiyeceğini
anlamasına rağmen bu doğrultudaki çalışmalarından vazgeçmiyor ve Türkiye
Cumhuriyetini bu doğrultuda güçlendirebilmenin yollarını arıyordu . Türklerin
tarih sahnesine çıkmış olduğu Orta Asya stepleri ile Rusya arasında yaşamakta
olan türk topluluklarının ortak geleceğini Osmanlı ülkesinde dağınık bir
biçimde yaşamakta olan Türk boyları ile beraber düşünmek , Yusuf Akçura için vazgeçilemiyecek bir kutsal düşünce idi .
Atatürk’ün Misakı Milli sınırları
içerisinde Anadolu Türkçülüğü ile yetinmesi
bir yönü ile asker kişiliğinden gelen gerçekci bir yaklaşımın sonucu idi . Bunu gören Yusuf Akçura PanTürkizm açısından umutsuzluğa
sürüklense de anadolu Türkçülüğüne katkıda bulunmağa devam ediyordu . Yusuf
akçura’nın emperyalist Türkçülük anlayışı Atatürk’un ulus devlet içinde
demokratik Türkçülük anlayışı ile tam olarak uyuşmuyordu . Ziya Gökalp’in zaman
zaman öne çıkması Atatürk ile Yusuf Akçura arasındaki mesafenin dengelenmesi
açısından yararlı oluyor ve bir
anlamda milli sınırlar içerisinde ülke
Türkçülüğü ile o dönemin koşullarında yetiniliyordu .
Atatürk, Avrupa kıtasının yanıbaşında çağdaş bir
cumhuriyet rejimi ve buna temel olarak da modern bir ulus devlet kurarken , her türlü emperyalist yaklaşımın ötesinde
hareket etmek zorunda kalıyordu , çünkü
Türkler bir imparatorluk kaybetmişti. Ruslar ise bir eski imparatorluk
çökertmelerine rağmen yeni dönemin koşullarında yepyeni bir ideolojik
imparatorluğun merkezi ülkesi olarak ayakta kaldıkları için Türkler’ den daha
avantajlı bir konuma sahip bulunuyorlardı .
Osmanlı ve Rusya türkleri ayrı
dünyaların insanları olarak bir türlü biraraya gelemiyorlar ve bu nedenle de
Yusuf Akçura’nın idealize ettiği büyük Türk birliğine giden yol açılamıyordu .
Atatürk bu durumu iyi bilen bir önder olarak geleceğe hazırlanıyor ve Sovyetler
Birliğinin yıkılacağı günlere hazırlıklı olmak gerektiğini , cumhuriyetin onuncu yılındaki konuşmalarında
dile getiriyordu .
Türk Ocaklarında örgütlenen bazı
Türkçülerin de sosyalist düşünce de olması , Moskova merkezli kurulmuş olan Türkiye
Komünist Partisinin , Rusya ve Türkiye’de Türkçü çalışmalar yapması da
Atatürk’ü kuşkuya düşürüyor ve bu nedenle
aşırı bir Türkçü görünüm vermeden hareket etmeyi doğru buluyordu .
Sovyetler birliği gibi bir büyük dev devlet yapılanmasının merkezi konumundaki
Rusya’yı karşısına almayan Mustafa Kemal , Anadolu Türkçülüğü ile yetinirken , Rusya’daki Türkleri dile getirerek bir Rus
tepkisi ile karşı karşıya kalmamağa dikkat ediyordu .
Bu durum daha sonraki yıllarda
Türk ocaklarının kapatılarak yerlerine
Halkevlerinin açılmasına neden
olacaktır , çünkü Türk Ocakları sürekli olarak Rusya’da yaşayan Türk
topluluklarını dile getirdiği için , Rusya’nın büyük bir baskısı sonucunda imparatorluktan ulus devlete geçiş aşamasının
bu köprü kuruluşları kapatılmış ve milli
sınırlar içerisinde bir toplum entegrasyonuna öncelik veren Halkevleri projesi devreye sokulmuştur . Bu gibi değişikliklere
rağmen , Anadoludaki Türk devletinden
umudunu kesmeyen Yusuf Akçura , Anadolu
Türklüğünün gelişebilmesi için Türk kültürü doğrultusunda bir ulusculuğun
ülkede etkili olmasına çalışıyordu .
Atatürk milliyetçiliği
doğrultusunda yapılan ulusalcı çalışmalarda Yusuf Akçura’nın sürekli olarak ön planda yer aldığı görülmüştür . Akçura , Türk
Tarih Kurumunun kurucusu ve başkanı olarak Türkiye’de ilk ulusal tarih
kongrelerini düzenlemiş ve Türklerin tarihten gelen kökenlerinin daha iyi belirlenebilmesi için çeşitli araştırma projelerini devreye sokmuştur
. Türk Ocaklarının dergisi olan Türk Yurdu’ndan sonra Tarih kurumunun bilimsel yayın organı
olan Belleten dergisinin de kuruculuğunu
ve yöneticiliğini yaparak , Türk tarihi
açısından önemli çalışmalara öncülük yapmıştır . Atatürk’ün istediği konularda
araştırmaların yapılmasını , Atatürk’ün
tarihe olan büyük merakının karşılanması konusunda gerekli kaynakların sağlanması gibi işleri
hep Yusuf Akçura üstlenmiştir . Bir anlamda Atatürk’ün geniş bir tarih kültürüne
sahip olmasını sağlayan uzmanlardan birisi olarak da Yusuf Akçura’nın o dönemde
öne çıktığı görülmektedir .
Atatürk de bu nedenle Akçura’ya güvenerek kendisinin tarih
kurumunun kurucu başkanı olmasına yardımcı olduğu görülmektedir . Akçura ve
mustafa kemal birlikteliği ve diyalogu sayesinde Anadoludaki Türk devletinin tarihsel açıdan
doğru temeller üzerinde kurulduğu görülmektedir . Bu nedenle, bir çok büyük soruna ve emperyal baskıya
rağmen Türk devletinin doksan yıldır
ayakta kalması temellerinin sağlam
atılmasıyla açıklanabilir. Temellerin sağlam olmasının yanısıra gene tarih
bilinci ile doğru bir devlet modelinin seçilmiş olmasının da bu başarılı sonucun alınmasında etkili olduğu
söylenebilir .
Türk devletinin kuruluşu sırasında
Atatürk’e çok yakın bir konumda olan
Yusuf Akçura’nın Kemalizm’in
biçimlenmesinde de etkili olduğu söylenebilir . Atatürk’ün düşünceleri ve
yaptıklarının sistemli bir bütünü olan Kemalizm’in bir siyasal sistem ve akım
olarak ortaya çıkmasında Yusuf Akçura
bir uzman danışman olarak önde
gelen katkılar sağlamıştır . Türk
devletinin resmi tarih anlayışının oluşumunda , Güneş Dil Teorisinin geliştirilmesinde , milli
bir Türk kültürünün yaratılmasında en
önde gelen uzmanlardan birisi her zaman Yusuf Akçura olmmuştur . Kemalist
laiklik uygulamasının , Rusya’daki
Türklerin ulusal kurtuluş hareketi olan
Cedidizm’den farklı olması karşısında
Yusuf Akçura’nın daha mesafeli hareket ettiği görülmüştür . Akçura , Medrese eğitimine müslüman halk kitlelerinin gereksinmelerinin
karşılanması doğrultusunda devam
edilebileceğini , Tataristan kökenli bir müslüman olarak savunabilmiştir .
Devletin kuruluş aşamasında , Kazan ve Kırım kökenli Tatarlar ve Karayların
müslüman yapıya daha hoşgörülü bakmalarına rağmen , Selanik
kökenli göçmen Sabatayların İslama daha mesafeli bakmaları nedeniyle , iş bir anlamda din kavgasına dönüşme eğilimi
göstermiş , bu nedenle de Kemalist
rejim sonraki aşamada daha sert bir
laiklik anlayışının uygulayıcısı olmuştur . Rusya’da ortaya çıkan sosyalist
rejimin katı bir Ateizm politikasını
resmen uygulaması da Kemalist laiklik anlayışının sertleşmesinde önemli
bir rol oynamıştır . Rusların
hırıstıyanlığına karşı Rusya Türkleri müslümanlığı kendi kimliklerini korumak açısından daha
yakın görmüşler, bu nedenle Tatar ve Karay
kökenli göçmenler Türkiye’de İslama daha
yakın durmuşlardır .
Makedonya kökenli Sabataylar ise ,
Yahudi kökenleri nedeniyle İslama daha
mesafeli durmuşlar ve bu doğrultuda daha katı bir laiklik uygulamasından yana
olmuşlardır . Rusya Türklerinin hırıstıyan dünyası içinde yaşamaları , Osmanlı Türklerinin ise müslüman bir ülkede
yaşamaları nedeniyle ortaya çıkan farklılık , Türkiye’de yeni rejimin oluşumu sürecinde
etkili olmuştur .ve Türk dünyasının geleceğinde dinin rolü üzerinde önemli
fikir ayrılıklarının doğmasına
yolaçmıştır .
Atatürk ve Yusuf Akçura , tarihin aynı döneminde birlikte yaşamışlar
ve ondokuzuncu yüzyıldan yirminci
yüzyıla doğru bir değişim aşamasının içinde yer alarak geleceğe doğru Türk
dünyasının belirlenmesinde birlikte etkili olmuşlardır . O dönemin koşullarında
gündeme gelen Sovyetler birliği modeli dışında kalarak , Osmanlı ülkesinin Türkleri ile beraber geleceğe doğru bir bağımsızlık düzenini
yakalamışlar , Sovyet emperyalizminin
esir aldığı Rusya Türkleri için fazla birşeyler yapamamışlardır . Komünist
rejimden kaçanların sığınağı konumuna gelen Türkiye Cumhuriyeti
Sovyetler Birliği ile sınır komşusu olduğu için soğuk savaş döneminin
zor koşullarında fazla hareket edememiş ve Orta Asya ile Rusya bölgelerinde
yaşamakta olan Türkler için demirperde
engeli nedeniyle ortak çalışmalar
geliştirilememiştir .
Bunu gören Atatürk , Türk ulusuna , Sovyetler Birliğinin dağılacağı
günlere hazırlıklı olmak gerektiğini bir siyasal vasiyet olarak bırakmıştır .
Yirmi yıl önce Sovyetler birliği dağılmış olmasına rağmen , batı emperyalizminin baskıları nedeniyle , Türk devleti
Atatürk ve Yusuf Akçura’nın ortak özlemi olan Türk dünyasının geleceğe dönük birliği için fazla birşey
yapılamamıştır . Sovyet sonrası dönem küreselleşme aşaması olarak ilan edilmiş
ve sürekli olarak batı merkezli politikalar
Avrasya bölgesi için dışarıdan empoze edilmeğe başlanmıştır . Avrupa, Amerika
ve İsrail merkezli batı üçgenine sıkıştırılmış olan Türkiye Cumhuriyeti, gelecekte Anadolu Türkleri ile Orta Asya ve
Rusya Türklerini biraraya getirecek çalışmaları bir türlü gerektiği gibi
devreye sokamamıştır .
Artık Atatürk’ün Türkiyesinin Yusuf Akçura’nın özlemleri doğrultusunda
bütün Türk dünyasının biraraya gelebilmesi doğrultusunda etkili çalışmalar
yaparak hem merkez hem de öncü ülke konumuna gelmesi gerekmektedir . Türkiye
cumhuriyeti devleti kendisini bu doğrultuda yönetecek siyasal iktidarları yıllardır beklemektedir . Batılı
emperyalistlerin her türlü engellemesi aşılarak , Türk devletini bu doğrultuda
yönetecek yeni bir iktidarın bir an önce işbaşına gelmesini sağlayacak
mekanizmaları artık Anadolu Türklerinin daha fazla zaman yitirmeden devreye
sokmaları gerekmektedir . Türk dünyası da bu doğrultuda Türkiye’ye yardımcı
olmalıdır .
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA ATATÜRK
Mustafa Namık
DENER
Rumeli’de
sarı şimşek
Anadolumuza
mavi ışıktı
Sihirli
güç
İlahların
tümüyle barışıktı
Tanrısal
destekle özgüvenli
Demir
yumruk kadife eldivenli
Can
dostu özgürlüğün kolunda
Türklerle
Türk varlığı yolunda
Feda
oldu geceleri gündüzü
Paylaşılmış
topraklarında gözü
Mehmetçikle
bütünleştim dedi dağlarda
Namlumuzun
ucuna dek uzandık
Can
vererek can alarak
Cennet
gibi bir vatan kazandık
Ben
Gazi Paşa Mustafa Kemal
Ulusuma
armağanım istiklal
Ben
Mustafa Namık
Düzenli
dağınık
Atalarım
Mustafa
Kemal’in ardından
Yurda
gelmiş Güney Makedonya’dan
1933’te
doğdum
Manisa’da
İki
yaşımda İzmirli oldum
Beş
yaşımda İstanbullu
Bu
şehirde okudum
Bu
şehir okudu canıma
1949’da
aldı sırtımdan ceketi
Giydirdi
89’da
Bitti
para kazanma külfeti
Şimdilerde
Evreni
gezer tozarım
Toplumla
akıl bozarım
Şiir
içerim karafadan
Rafadan
yumurtayı severim
Ben
Mustafa Namık
Dellenmeyip
neyleyim
Erimez
karlar yağdırdı içime
Dost
bildiklerim
Bu
yüzden
Aşklarım
kısa boylu
İmamsız
ve imzasız
Evliliklerim