Hikâye ve roman yazarı (D. 3 Mart 1933, Şanlıurfa – Ö. 8 Ağustos 1998,
İstanbul). Çocukluğu, polis memuru babasının görevi gereği çeşitli şehirlerde
geçti. Mersin’de başladığı ortaöğrenimini İstanbul Sanat Enstitüsünü (1951)
okuyarak İstanbul Matbaacılık Okulunun dizgi bölümünü (1955) bitirerek
tamamladı. Bir süre dizgi operatörü olarak çalıştıktan sonra Almanya’ya gitti.
Almanya’da mesleğinde ve çeşitli işlerde çalıştı (1962-66). Dönüşünde Asya
Matbaasını kurdu ve Cem Yayınevinin ortağı oldu. Daha sonra matbaasını
kapatarak yazı çalışmalarıyla meşgul oldu.
İlk hikâyesi Tomurcuk adlı çocuk dergisinde. (1951)
çıkmıştı. Konusunu Güneydoğu Anadolu insanının hayatlarından aldığı hikâyeleri
çoğunlukla Yeditepe, May, Halkın Dostları, Yeni a, Yazko-Edebiyat dergilerinde
yayımlandı. Romanlarında aynı konularla birlikte Almanya’daki Türk işçilerin
yaşamlarını da anlattı. Kara Vagon adlı hikâye kitabıyla 1968 yılında
May Edebiyat Ödülünü, Kaçakçı Şahan’la da 1971 Sait Faik Hikâye
Armağanını kazandı.
“Bekir Yıldız’ın öyküleri toplumsal alan bakımından üç öbeğe
ayrılır. Öyküsü en çok yazılanı, sanırım Güneydoğu’dur. Ağalı, töreli bu düzeni
bütün çarpıklığıyla anlatır Bekir Yıldız. Ağaların insafsızlığı, gaddarlığı,
törelerin katılığı işlenir bu öykülerde.
“Sabahattin Ali-Orhan Kemal çizgisine katkısı da inkâr edilemez
Bekir Yıldız’ın. Zira az buz değildir: Kısadır öyküsü. Gergin ve gerilimlidir.
Karizmalıdır. Az bilinir hatta hiç bilinmez bir bölgeden söz açar. Yurtdışına
da uzanır. Dili kısa cümlelidir, yaslanmış sayılamayacak kadar şiveli olup
deme, benzetme, niteleme, resmetme bakımlarından özgündür.” (Necati Mert)
ESERLERİ:
ROMAN: Türkler Almanya’da (1966), Halkalı Köle
(1980), Aile Savaşları (1984), Kerbela (1987), Darbe
(1989).
HİKÂYE: Reşo Ağa (1967), Kara Vagon (1969), Kaçakçı
Şahan (1970), Sahipsizler (1971), Evlilik Şirketi (1972), Beyaz
Türkü (1973), Alman Ekmeği (1974), Dünyadan Bir Atlı Geçti
(1975), İnsan Posası (1976), Demir Bebek (1977), Güneydoğu
Öyküleri (Kara Vagon ve Kaçakçı Şahan, 1979), Mahşerin
İnsanları (1982), Bozkır Gelini (1985), Seçilmiş Öyküler
(1989).
RÖPORTAJ: Harran (1972), Yaman Göç (1983), Allah’ın
Gölgesine Koşanlar (1991).
ÇOCUK KİTABI: Ölümsüz Kavak (1980), Arılar Ordusu (1980),
Şahinler Vadisi (1981), Canlı Tabanca (1981).
DENEME: Yargılayan Zaman İçinden Konuşmalar – Soruşturmalar –
Yazılar (1984).
KAYNAK: Zeynep Oral / Röportaj (Milliyet Sanat, 20.4.1973), Mehmet
Ergün / Hikâyemizde Bekir Yıldız Gerçeği (1975), Vedat Günyol / İnsan Sıcaklığı
Açısından Bekir Yıldız-Çala Kalem (1977), TDE Ansiklopedisi (c. 8, 1976-98),
Seyit Kemal Karaalioğlu / Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (1982), Atilla
Özkırımlı / Türk Edebiyatı Ansiklopedisi (1982) - Reşo Ağa-Öykülerle Romanlarda
Yaşamak (1995), Yurt Ansiklopedisi (c. X, 1984), Gürsel Aytaç / 1984-85
Yıllarında Öykülerimiz-Edebiyat Yazıları II (1991), Adnan Binyazar / Ve Zalim
ve İnanmış ve Kerbela (Ozanlar Yazarlar Kitaplar, 1998), Behçet Necatigil /
Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar
Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001), Ömer Lekesiz / Yeni Türk
Edebiyatında Öykü - 4 (2001), Necati Mert / Bekir Yıldız Öyküsü (Heceöykü,
Şubat-Mart 2005), İhsan
Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Dışarıya
baktı Şara. Gece, ön akşamdan daha aydınlıktı. Aya, güneş vurduğunda hep böyle
olurdu bozkırda gece ve geceler.
Ansızın
pencerenin az ötesindeki lekeyi gördü. Kocasının öldürdüğü adamın kanıydı bu.
Karanlığın süpürüldüğü gecede, sanki kanatılmış gibiydi toprak.
"Ah!"
dedi Şara, yüreğine. "Ah!"
Cılızdı
ama, umutlanacağı güçler, Tanrısı, sırtını dönmüştür dünden beri kendisine. Can
almıştı kocası çünkü, canı yaradandan tez.
Kocasının
günahına ortaklaşan başını, pencerenin demirine dayadı Şara. Gözleri, kanlı
toprağa bağlıydı gene. Önce bir gölge gibi dikeldi kan. Sonra, gölgenin içi,
can doldu sanki. Kocası belli belirsiz çıkageldi ardından. Eli tabancalı, aklı
kindar... Birşeyler konuştular komşusu adamla, tez ve ateşli. Ateş açtı kocası.
Bozkırın
tepesinde, yürüyen lamba gibiydi ay. Gelip geçti damların üzerinden. Yel esti
bu sıra. Önce, canı söndürdü. Cansız gölge, yeniden serildi yere. Şara,
kırmızılanmış toprakla yalnız başına kalınca, "Ah!" dedi, yeni
baştan, "Komşu adamın kanı bu.
Yürek,
korkuyla tıka-basa dolunca, pencereyi kapattı Şara. Bir süre akılsız kaldı
başı. Deli gibi dolandı odanın içinde. Yerde yatan çocuklarına çarptı.
Düştüğünde kızının ayakları ucundaydı.
Kara bir ağıt tutturdu; bozkıra hiç ayışığı uğramamışçasına.
"Desene
aney," dedi Genzua. "Ben kurbanlık kuzu olmuşam."
Eşiklikte
oturuyorlardı. Sabah, nerdeyse köyden tarlalara taşınacaktı. Şara, kızının
saçlarında el gezdirdi.
"Kardaşını
vursalar, daha mı iyi yavrum?" dedi.
"Ama
o küçük," dedi Genzua. "El kadar uşağa silah atılır mıymış?"
"Beklerler
kurban olduğum. Obalı, kan alacağını unutmaz."
"Çileli
başım," dedi Genzua, on üçe yeni ulaşan sesiyle. "Ben de ufağım.
Heder etmen beni. Başka mümkünü yok mu?"
"Ya
da toprak ister ölü evi," dedi Şara. "Baban mapusta olmasa, toprak
yere girsin."
Genzua,
göz düşürdü, yukarıdan aşağıya. Önü ardı, boşluğa geldi ansızın. Soluk aldı,
soluk verdi.
"Canım
iğneli beşik olduktan sonra," dedi. "İster alın, ister satın."
Şara,
dudak ısırdı. Sevgi yeşertti.
"Anan,"
dedi. "Soyumuza kalkan olan canına kurban olsun. Di kalk esvabın
yenilensin."
Genzua
güldü.
"Kanım
bugün mü bağışlanacak?"
"He,"
dedi Şara. "Ölüevi akıtılmamış kana razı. Ve sabırsız."
Genzua,
on üçlük bedenini ayağa kaldırdı. Boy atacaktı daha yıllarca. İliği kemiği
dolacak, babaocağında mutlu ya da mutsuz günler yaşayacaktı. Böyle düşünmüştür
az öncesine kadar. Ama, babasının akıttığı kana karşılık, kendi kanı
bağışlanınca, bu kadarcık kalacağına, ömür yolunun dar ve karanlık olduğuna
akıl yürüttü. Anasına sarılıp ağlayamadı. Unutmuştu belki, hakkı olan ağlamayı
da.
Şara, kızının elinden tuttu. Hafif beden, ağrıdı şimdi. Bıçağı görünce meliyen,
huysuzlaşan kurban gibi direndi Genzua.
"Yarın
Sal beni aney," dedi. "Bu akşam, bir yanıma sen, öbür yanıma kardaşım
yatsın."
"Gözünün
yağına kurban." Dedi Şara, umutsuz bir sesle. "Ölüevi kanını soğutmak
istemez.
Hemin
de boklarını balta kesmez böylesi günde. Bugün isterler seni. Dedikleri
olmalı." Odaya girdiler. Yüklükten yorganları, döşekleri indirdi Şara.
Açmak istediği, Genzua'nın ceviz sandığıydı. Yeşildi rengi. Kenarları çember
kaplı...
"Soyun,"
dedi Şara.
Genzua,
kapağı açılmış sandığa baktı. Nenesinden kalma, anasından armağan, iğne
oynatmıya başlıyalı beri; kendi eliyle işlediği tek-tük çeyizlerine gönül
tazeledi.
"Ya
bunlar?" diye sordu Genzua. Halep ibrişimiyle işlenmiş yastık örtüsünü
gösterirken.
"Hepsi
burda kalacak," dedi Şara. "Düğün olmayacaktı ya!"
Genzua,
anasının bacaklarına sarıldı. Ağlamak baldan tatlı geldi.
"Kime varacağım aney?" dedi sonunda. "Düğünsüz, derneksiz."
Şara, bir tutamı kınalanmış kızının saçlarına yüzünü gömdü. Ona da ağlamak,
gülmekten hoş geldi.
"Ne bilem Genzuam," dedi. "Ya oğullarından biri alır seni, ya da
başkasına satarlar. Elleri dardaymış da."
Güneş
tepeye çıktıkça gölgeler ufalıyor, serin yerler azalıyordu. Evlerde kalanlar,
çoğunlukla elden ayaktan düşmüş ihtiyarlardı.
Şara,
sokak kapısını açtı. Kimsecikler yoktu dışarıda. Ölüeviyle karşı karşıyaydılar.
Derinden ağıt sesleri geliyordu. Yaşlı bir kadın ağlarken, güzel sözlerin
tümünü öldürülmüş oğluna adıyan...
Genzua, anasının ardına sinmişti. Az sonra gidecekti, duvarlarına bile ağıt
sinmiş bu eve.
"Korkma," dedi Şara. "Allah büyüktür. Biz usulde kusur etmiyelim
de..."
"He,"
dedi Genzua. "Şimdi daha iyi anlamışam, ölüevine, ak gelinlik yerine kara
çarşafla gitmenin şart olduğunu. Viş..."
Sustu
Genzua. Aklına kardeşi gelmişti ansızın. Ana-kız açık kapının ağzında durdular
uzun bir süre.
"Ya
kardaşım," dedi Genzua sonunda. "Onu nasıl görmeli? Bugün davara
gitmeseydi ya."
"Kısmette varsa, günün birinde görürsün," dedi Şara.
Umut,
dağdan büyük geldi Genzua'ya.
"He,"
dedi. "Kardaşımın gözlerinden öperim. Babama da haber sal, kızın
ellerinden öper gitti de..."
Ana-kız
daha birbirlerini hiç görmeyecekmiş gibi sarıldılar. İki beden birden düştü.
Çözüldüklerinde, Şara eğilip bir taş aldı yerden. Ölüevinin kapısına doğru
nişanladı taşı. Ama atmadı, atamadı. Döndü kızına.
"Bak
yavrum," dedi "Seni ırak bir yere satarlarsa, dama çıkasan. Taş at
penceremize. Yüzünü, gitmeden görmek ister canım."
"He,"
dedi Genzua, anasına acımış bir sesle. "Söz olsun görünmeden gitmem,
ıraklara."
İnceden bir yel esti gene. Tozlar havalanıp şuraya buraya gitmeye koyuldu.
Ölüevindeki ağıt da gökyüzüne doğru, kara yıldızlar gibi akıp dağıldı.
Şara,
kaldırdığı taşı, ölüevinin kapısına attı bu sıra. Açılmadı ama. Şara birkaç kez
daha taşladı kapıyı. Ölüevinde ağıt durdu sonra. Kapı yavaşça açıldı. Görünürde
kimse yoktu. Sanki büyülü bir açılıştı bu. Genzua kıpırdandı. On üçlük
bedenini, yaşlandıkça küçülen ama bebeleşmeden ölen nenesinin çarşafı
örtüyordu. Babaocağına, daha pek çok adım hakkını bağışlayarak, ölüevine doğru
yürümeye başladı.
“Türkiye’nin
güneydoğusundan Almanya’ya uzanan bir yaşamın ürünleridir onun öyküleri. Çok
iyi tanıdığı iki ayrı dünyanın, acımasızlıkta, insanı insanlıktan çıkarmada
birleşen iki ayrı değer sisteminin sözcüklerin dünyasına yansımasıdır.
Öykülerinin tanığı yaşamıdır, Bekir Yıldız’ın ta kendisidir. Ama yansız,
gördüklerini olduğu gibi, kendinden hiçbir şey katmadan anlatan bir tanık
değildir o. İnsandan, onun insanca yaşamasından yana olan, insanın ezilmesine,
sömürülmesine karşı çıkan bir tanıktır.
Yaşam
öyküsüne bakıldığında Bekir Yıldız’ın kendi kendisini var ettiği görülür.
Yoksulluk içinde geçen, oradan oraya savrulan bir çocukluk, değişik sanat
okullarında sürdürülerek tamamlanmak istenen bir meslek öğrenimi ve çalışmak
zorunda kalış... Elbette fabrikalarda, atölyelerde işçi olarak... Sonra ilk
gençlik aşkı, ilk öyküler...
Ama
işçilik de, öykücülük de karın doyurmaz. Eldeki diplomaysa yetersizdir. Son bir
atılımla Matbaacılık Okulu’nu bitirir Bekir Yıldız, dizgi operatörü olur. Yine
çarkın içindedir. Ufalanmamak için çırpınır. Ama çark onun gibileri, emeğini
satarak yaşamaya çalışanları öğütecek biçimde ayarlanmıştır. O yıllarda açılan
yeni bir ekmek kapısına atar kendini, işçi olarak Almanya’ya gider. Daha ince
ayarlanmış bir çarkın kurbanları arasına katılır böylece.
Bu sürecin
sonunda, ilk öyküsünün yayımlanışından on beş yıl sonra, yurda dönüşünde
Almanya gözlemlerini romanlaştırdığı Türkler Almanya’da (1966) adlı kitabıyla
tanırız Bekir Yıldız’ı. Aslında tanımak da denmez buna. Almanya konusunu ele
alan ilk kitap olmasına karşın ilgi görmez romanı. Ardından Güneydoğu öyküleri
sökün eder ve bir bomba gibi düşer yayın dünyasına.
Bekir
Yıldız’ın öykü kitaplarının ilk kez yayımlandığı ve ardı ardına yeni baskılarının
yapıldığı o yılları düşündüğümde, gördüğü ilginin salt bilinmeyen bir yöreyi
anlatmasından kaynaklandığını sanmıyorum. Genel bir değerlendirmeyle Bekir
Yıldız, bilinmeyen bir yöreyi, bu yörenin insanlarını, toplumsal ilişkilerini,
törelerini, acı ve sarsıcı olayları yalın, akıcı bir dil kullanarak gerçekçi
bir anlatımla sergiliyordu, ilk kez edebiyata konu olsa da bilinmeyen şeyler
değildi anlattıkları. Ama yaklaşımı, anlatım biçimi farklıydı.
Nitekim
öykülerinin gördüğü ilgi, başkalarının benzer öyküler yazmasına yol açtı. Tıpkı
Ahmed Arif’in şiirlerinin çoğaltılması gibi, Bekir Yıldız’ın öyküleri de
çoğaltıldı. Ama bu benzerler silindi gitti. Yeni, salt yeni olmanın ötesinde öz
ve biçim olarak edebiyata bir şey eklemiyorsa kalıcı olmaz. Edebiyatın konusu
önünde sonunda insandır çünkü. Önemli olan da insanı ele alış, onun dünyasını
anlatış biçimidir.
Bekir
Yıldız, Türk aydınına bilmediği bir dünyanın kapılarını açtı, onları yabancısı
oldukları insanların dünyasıyla tanıştırdı. Ama bunu, toplumcu edebiyatın kimi
örneklerinde görüldüğü gibi bir söylevci, çözümler öneren bir kurtarıcı
edasıyla yapmadı. Gerçeği, gerçekteki boyutlarıyla, anlattığı olayı yaşayan
insanı ise onun dünyasının içinden yansıttı. Hep yenik düşen umarsız insanlardı
bunlar. Ağaya, töreye, toplumsal ya da doğal koşullara boyun eğen insanlar. Ama
gerçek buydu ve bu gerçek ancak üstüne gidilerek, insanı ezen, onu insanlıktan
çıkaran bir düzenin ürünü olduğu gösterilerek değiştirilebilirdi.”
İşte bunun
gerçekleşmediğini, tersine her şeyin daha da kötüye gittiğini, bütün değerlerin
yozlaştığını, yaşamlarını halkına adayanların küçümsendiğini gören Bekir Yıldız
susmayı seçti. Değmez dedi ve defteri kapattı.
Artık Bekir Yıldız yaşamıyor. Ama bir kitabının adından yola
çıkılarak söylendiği gibi “Bu dünyadan bir Bekir Yıldız geç”medi. Alışılmış bir
söz belki, ama yine de söylemek gerekiyor: Yazdıklarıyla yaşıyor ve yaşayacak
Bekir Yıldız. Ne bugün, ne de gelecekte onu atlayamaz hiçbir edebiyat
tarihçisi. (...)
(Varlık, Eylül
1998)